11 Temmuz 2013 Perşembe

BOŞ RUH DOLU MİDE


Bilge Kral "en kötü kombinasyon boş ruh, dolu midedir" demişti. Çünkü bir avuç halkı, yüzyıllardır taşıdıkları ruhla Avrupa'nın orta yerinde dört bir tarafını saran düşmana karşı durabiliyordu. Mideleri de dolu değildi üstelik. Yani belki de en iyi kombinasyondu onlarınki. Taşarcasına dolu bir ruh, genellikle boş bir mide. Rehavete kapılmamanın sırrı. Gaflete düşmemenin sırrı. Bugün Allah'ın bize ramazan ile yaşattığı ama her daim yaşanması aslolan sır. Bizden çok Boşnakların taşıdığı ve yaşadığı sır. Üstelik tüm şartlar aksini gerektirirken. Bosna'da üç millet bir arada yaşar. Müslüman Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar. Hristiyan Avrupa coğrafyasının kıskacındaki Boşnaklar kendilerini Türk diye tanımlarlar. Bu tanımın ırklarıyla yakından uzaktan ilgisi yoktur aslında. Gönülden Türk'türler ve bu, müslüman tanımını da içinde barındırır. Aynı zamanda onları korur, onlara özgüven verir, dik durmalarını sağlar. Dilleri bizimkinden çok farklıdır, ırkları da öyle, aslında benzer hiçbir yanımız yoktur bile denebilir. Sadece müslüman olmak bizi birbirimize bağlar ve bu kardeşlik bağıdır. Başka hiçbir bağa gerek bırakmayan, en sağlam bağ. Oraya adım atar atmaz anlarsınız bunu. "Türküm" dediğinizde, "Türkiye'den geliyorum" dediğinizde istisnasız bir protokol uygulanır. Henüz 22-23 yaşlarında gittiğimde, bir gece Saray Bosna'nın meşhur eğlence mekanlarından birine misafir edilmiştim. Genç kızlar, erkekler bizim gece kulüplerimizdeki gibi müzik eşliğinde eğleniyorlardı. Çok önemli bir fark dikkatimi çekti. Kıyafetler, danslar, muhabbetler bizdekinden farksızdı. Ama çoğunluğun elinde meyve kokteylleri, meşrubat, kola, gazoz tarzı içecekler vardı. İçki içmiyolardı. Aslında görüntüleri muhafazakarlıktan çok uzaktı ama içki içmiyorlardı. Mekan sahipleri bizim yabancı olduğumuzu anlayınca nereden geldiğimizi merak etmiş olacaklar ki sordular ve Türk olduğumu öğrendiler. Hemen sahne önündeki masaya alındık, sanki gecenin özel misafiri gibi bir muameleyle bizi ağırladılar. Oysa kimseyle bir tanışıklığımız da yoktu. Sahne alan genç bayan sanatçı Tarkan ve Mustafa Sandal parçalarıyla kalabalığı coşturuyordu. Bazı gençler yanımıza gelip sohbet ediyor, "herşeyi size borçluyuz" diyorlardı. Katliamların, savaşların yaşandığı dönemlerde Türkiye'nin nasıl yardımcı olduğunu anlatıyorlardı. Biz konunun cahiliydik ama onlardan öğrendiklerimizle gurur duymaktan da geri duramadık. Ertesi günlerde sokaklarda gezerken "bye bye" yerine "Allah emanet" deyimini kullandıklarını duydum ve sevindim. Kullandıkları Türkçe kelimelerden biriydi. Tekrar hatırlatayım;  çok farklı bir dili konuşan, tepeden tırnağa bizden farklı slav insanlar bunlar. Camilerinde yeşil islam bayrağı ve Türk bayrağı asılıydı. "Bayramı şerif hayrola" mahyaları, pankartları ile bayramı kutluyorlardı. "Bayramı şerif hayrola" ile "şeker bayramınız kutlu olsun" yanyana gelince, Avrupa coğrafyasında müslüman ruhun nasıl korunduğuna şaşırmamak elde değildi. Tabii ülkemde bu ruhun nasıl evrilmeye çalışıldığını idrak etmemek de. Onların şerefli bir bayram dediğini, biz ikram edilen şekere atfetmiş, bayramın ruhunu, sebebini, aslını silip atmıştık bile. Mostar'ın aslına uygun mimari ve sadece Türkiye'de bulunan özel taşlar ve taş ustalarıyla, Türk hükümetinin büyük çabası ve engellemelere karşı koymasıyla nasıl tekrar inşa edildiğini dinledik. Bizden bir kaç yaş büyükçe bir hanımefendinin savaştan yıllar sonra dönen babasını nasıl tanıyamadığını. Kaybettiği akrabalarını, çektikleri çileleri. Göz yaşları içinde. Fatih Sultan Mehmet Han'ın fermanına uyup hiçbir zaman can yakmadıkları kendi ülkelerinde, hep canı yanan ama yollarından dönmeyen, ortama uymayan, ruhu koruyan bu milletin nasıl cefakeş nasıl vefakar olduğunu gördük. Gördük de çok mu sevindik? Evet onlarla gurur duyduk, bize gösterdikleri minnete, aslında onların layık olduğunu hissettik. Ama kendimize dönünce üzüldük. Biz midelerimizi doldurmak, ruhlarımızı boşaltmakla meşgulken onlar sapasağlam durabilmişti. Aliya ordusunu "esselamu aleykum" diye selamlarken bizim ordumuz din düşmanlığı ile meşguldü. En büyük zaferlerini İslam sancağı altında kazanmış, Boşnaklara yüzyıllardır tükenmeyen özgüveni veren ordumuz! Allah'ın kılıcı, İslam ordularının en büyük kumandanı Halid Bin Velid henüz islamı kabul etmemiş iken, müşrik ordularının başına geçip müslümanlarla savaş planları yapıyor, şunu söylüyordu; "onlar birşeye inanıyor, yenmek istiyorsak önce onları inançlarından saptırmalıyız, inandıkları şey için değil, maneviyatları için değil, maddiyat için savaşmalarını sağlamalıyız". Bu düşünceyle savaş çıkartmak için müslümanların tarlalarını yakıp, yok ettiler ve onları bu sebeple savaşa çektiler. İmanı sağlam olmayan müslümanlar mide derdine düşünce ilk mağlubiyeti tatmış oldular. Oysa inanç uğruna verilen hiçbir savaş kaybedilmemişti. İşte biz ülkemizde benliğimizi, inancımızı kaybetmemiz için yapılanlara alet olarak yenilmeye ortam hazırlıyoruz. Dayanacağı hiçbir güç yokken, aslında yapayalnızken, inançlarına dayanıp Osmanlı ruhunu, Türk ruhunu, müslüman ruhunu koruyan Boşnak kardeşlerimiz gibi, önce kendimizle barışmak, inançlarımıza güvenmek, ruhu mideye değişmemek zorundayız.  Bugün bunu değiştirmek için bir fırsat var. Ramazan'ın ruhu etrafımızı sarmışken birbirimizle barışmalı, yakın tarihimizdeki maksatlı kavgaları unutmalı, birlikte önümüze bakmalıyız. O'nunla başladık, onunla bitirelim;

"Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder