8 Mart 2022 Salı

Karabekir'in Çocuğu Olmak

 


Karabekir'in Çocuğu Olmak


Milli Mücadele Doğu Cephesi Komutanı, Edirne Milletvekili, TBMM başkanı ama hepsinden önemlisi “Devlet Baba” kavramının vücut bulmuş hâli Kazım Karabekir Paşa. Her davanın üstünde tutulacak bir dava olarak benimsediği ve 4000 yetimi yurt için yetiştirmeye vesile kıldığı “Çocuk Davamız” ona bu ünvanı kazandırıyor.


İçinde bulunduğu her savaş sahasını terk etmeden önce arda kalan yoksul, yetim, çaresiz çocukları güvenceye almayı dert edinen Karabekir Paşa, bu dert birikimini Cihan Harbi'nden sonra Sarıkamış'a kurduğu bir yetim kasabası ile eşi görülmemiş bir teşkilata dönüştürüyor. Bu teşkilata gerek devlet gerek millet eliyle kaynak sağlamak, her bir taşına, tahtasına, çivisine dokunmak, çocukların kıyafetlerinden eğitimleri için kullanılacak malzemeye kadar üretmek, ürettirmek, temin etmek, derslere girip öğretmenlik, başlarını okşayıp, hasbihâl edip babalık etmeye kadar her aşamasında elini taşın altına koyuyor. Büyük kayıplarla atlatılan savaş sonrasında bakımsız kalacak çocukların milli tehlikeye ve vatan enerjisinin kaybedilmesine sebep olacağını görüyor ve ömrünü bu gidişâtı değiştirmeye vakfediyor. Devrin çok ilerisinde ve hatta muasır medeniyet temsilcilerini de şaşırtacak düzeydeki eğitim sistemi ile yetiştirdiği “Çocuk Ordusu” aldıkları eğitim ve terbiyeyi yurdun dört bir yanında yaptıkları gösterilerle halka taşıyor ve bu sayede hem kültürel hem maddî kalkınma yönünde hızlı bir bilinçlenme sağlanıyor. Çoğumuzun haberdar olmadığı bu muazzam çabadan bazı örneklere değinmek borcunu hissedişimiz bu yazıya sebep olmuştur ve Paşa'nın öngörülerindeki isabeti ortaya koyarak bugün hâlâ üzerimize vazife olan tamamlanmamış görevleri bizlere hatırlatacaktır.


Kazım Karabekir Paşa çocukların futbolun seyircisi olarak kalmasındaki sakıncayı o günlerde fark edip onları türlü sporlara ve oyunlara yönlendiriyor. Atıcılık (endaht) üzerinde ısrarla durmuş, nefse itimâdın (özgüven) en kuvvetli şekilde ancak atıcılıkla temin edebileceğini defaatle söylemiş ve çocukların bu spora on üç yaşında başlatılması gerektiğini savunmuş. Bugün ateşli silahlarla yapılan olimpik atıcılık sporlarına başlama yaşı on ikidir. Doğu cephesinin muzaffer kumandanı olarak kış sporları, kızak ve kayakçılığın teşkilatlandırılması için de çok uğraş vermiş. Uludağ'da bu sporun yapılabileceğinden 1930'larda bahsetmiş, aynı zamanda doğu illerinde de irtibatı kolaylaştıracak bir faaliyet olarak öne çıkarmış. Kendisi dile getirip sistemleştirdiğinde muhalefet edilen beden terbiyesi kanunları geç de olsa hayata geçtiğinde, yaşanan vakit ve insan kaybından dolayı Atatürk'e gücenmekle birlikte asıl suçu onu yanıltan dalkavuklarda buluyor ve Atatürk'ün elde edilecek sonuçları göremeyecek olmasına çok üzülüyor.


1923 İktisat Kongresinde Mevlid Kandilinin aynı zamanda Kitap Bayramı olarak kutlanmasını teklif etmiş, kabul ettirmiş ancak bu uygulama sadece kendi görev süresince devam ettirilebilmiş. “Oku” ilk emrine muhatap olan ilim peygamberinin doğumunu kitap hediyesi ile kutlamak inceliğine dikkat buyurunuz. Kongrenin açılış konuşmasında Paşa'nın açıkladığı üç tedbirin ilki insan, hayvan ve ürünlerin iyi muhafazası, beslenme ve sağlık yönlerinden korunması, ikincisi ürünlerin çoğaltılması, bunları taşıyacak tren, vapur, vb. altyapının kurulması ve üçüncüsü de düğünler ve modaya sarfedilen gereksiz para başta olmak üzere topyekün bir tasarruf hamlesi! Kalkınma çabamızın halen aynı minvalde devam ettiği ve sorunlarımızın da pek değişmediği görülmektedir. Sizleri, kongrenin kapanış konuşmasından alıntıladığım şu cümlede işaret edilen yolun neresinde olduğumuzu düşünmeye davet ediyorum. "...İşte çocuklarımızın doğduğu günden itibaren kursağına Nestle sütü dökersek, ecnebi bez ve pamuklarına sarıp yine ecnebi beşiğine yatırırsak, ayağındaki patiğinden başındaki mavi nazar boncuğuna ve elindeki oyuncak teneke parçasına kadar ecnebi malından yaparsak ve üstüne bir de kulaklarına 'benim oğlum paşa olacak' gibi ninni söyleyerek uyutturucu telkin yaparsak, büyüdükten sonra tabiidir ki üstünde ve muhitinde mütezayid olmak üzere yabancı mallar bulunacak ve paralarımız mütemadiyen akıp boşa gidecektir." (2015, s.:263)


Paşa'nın “Çocuk Ordusu” okullarında yetişen çocukları -dönemin en iyileri- memleketteki vahim durumun farkında idiler ve yaptıkları bir yurt gezisinden sonra Paşa'ya yazdıkları mektuplarda halkın sağlıksız kahvehanelerde vakit öldürdüklerinden, bunun gelişmeye mâni olduğundan yakınıyorlardı. Bugünse o yaştaki cevherlerimiz nargile kafelerde zaman öldürmekteler. Çocuklar doğudaki okullarda öyle bir eğitim ve terbiye almışlardı ki batıdaki okullara misafir öğrenci olarak gönderildiklerinde, okul müdürleri çocukları iade etmek istemiyorlardı. Paşa görevini tamamlayan çocukları geri çağırıyor, müdürler paşaya çocukların kendilerine bırakılmaları yönünde ısrarlı mektuplar yazıyorlardı. Sonunda Paşa, doğuda akrabası ve bağı olmayıp kalmakta istekli olanların gittikleri yerlerde kalmalarına izin verdi. Bu çocukların diğerlerine örnekliği öğretmenlerin ve müdürlerin etkisini bile aşan bir değerdeydi ki kalmaları böylesine önemli ve elzem görülmüştü.


Çocuk Ordusu neferlerinin aldığı terbiye sağlam temellere dayanıyordu. Onlara hamaset ve ötekileştirmeden âzade şekilde öğretilen beş düşmanları ahlâkî düşman, sıhhî düşman, iktisadî düşman, içtimaî düşman ve siyasî düşman idi. Bunlara karşı tedbirleri ise salabetli (dayanıklı), sağlam, samimi, sadık, sabırlı olmak neticesinde kazanacakları fazilet, faaliyet, fikir, feragat ve feda vasıflarıydı. Karabekir Paşa tanzimattan beri işlenen iki sinsi projenin farkındaydı. Fikir ve iş adamı yerine çene ve sandalye adamı yetiştirmek. Devletin idarî, malî, ilmî, iktisadî tüm kuvvet ve servetlerini, icabında kolayca işgâli mümkün olan İstanbul'da toplamak. Yüzyıllık sorunların hâlâ bir adım ötemizde duruyor olmasından duyduğunuz üzüntüyü elbette paylaşıyorum.


Bugün Ermeni meselesinde anlaşılmaz bir unsur olarak karşımıza çıkan nüfus-etki gücü orantısızlığı da o devrin eğitim faaliyetlerine dayanıyor. Karabekir Paşa'nın Sarıkamış'taki iki üç bin yetim öğrencisine karşılık Amerikalıların Ermenistan'daki okullarında otuz kırk bin öğrenci mükemmelen yetiştiriliyordu. Üstelik Paşa, himayesinde kalan Ermeni yetimleri diğerlerinden ayırmaksızın muhafaza etmekte ve Trabzon ve Gümrü'deki hristiyan yetimhanelerine salimen teslim etmekte hiç tereddüt etmemişti. Bugün sadık millet olarak kapsadığımız vatandaşlarımız muhtemelen Paşa'ya baba diyen yetim Ermeni dedelerimizin torunlarıdır.


Paşa, sayısı çok yetersiz olan anaokullarımızın o zaman dahi anne-babayı rahatlatma, çocuktan kurtarma işlevi gördüğünü, oysa gelişmiş ülkelerdeki yaygın benzerlerinin çocuğu hayat mücadelesi içerisine soktuğunu ve hayata hazırladığını yazmış.


Pekiyi ya onun bugün dahi geçerliliğini koruyan öngörülerine ve verimi ispat edilmiş eğitim sistemine rağmen neden yerimizde saymışız? İç bedhahlar görevdedir de ondan. Üçüncü mecliste vekil olmasının önü kesilen Paşa, yedi sekiz yıl önce yaptığı uyarıların dikkate alınmayışından, öngördüğü ancak uygulanmayan tedbirlerin, iş işten geçmiş olduğu hâlde İsmet Paşa tarafından ancak 1930 yılında mecburen uygulamaya alınışından yakınıyor. 1931 yılında dördüncü meclis seçimlerine giriyor ancak kendisine oy verilmemesi için emirler yayımlandığını yazmış. Ve nihayet "Çocuk Davası" tamamen terk edilmiş durumda! 12.7.1931 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan "Fuhşiyat" başlıklı yazı gençliğin düştüğü vahim hâli yansıtıyor. (2015, s.:367) 1920'lerin başında günde elli çocuğu giydirip kuşatan ve uygun bir eğitim kurumuna yerleştiren Paşa, 1935'te bir emekli subayın bakımsızlıktan ölmek üzere olan çocukları için İsmet Paşa'ya yazdığı yardım mektubuna elli gündür cevap alamadığından yakınmış. Hiç alamamış. Ölmüşler! Eğitim teşkilatlanması sağlanamadığı için bakımsız kalıp sokağa terk edilen çocuklarla ilgili koruma yasalarını savunmak yıllar sonra yine Karabekir Paşa'ya düşüyor. Eğiterek kurtarmasına izin verilmeyen çocukları bu defa sosyal yardımlarla, bakım ve ıslah evleriyle kurtarmaya çalışıyor. Oysa bütün planlarını bu hazin sondan kaçınabilmek için yapmıştı.


Onun yetiştirdiği çocukları görenler "keşke şehit olsak da bizim çocuklarımız da böyle yetiştirilse" diyecek kadar kendinden geçiyordu. Berrak bir zihin ve aşkla ışıyan bir kalp ile çocuk yetiştiren, yetimlerin Paşa Baba dediği Kazım Karabekir'in “Çocuk Davası”nı okuma ödevimizi sahiplenelim. Birçok meclis konuşması, resmi yazışma, tutanak ve fotoğrafla belgelenmiş bu büyük çaba, bu kutsal mücadele bugünün eğitimcilerini ve ebeveynlerini utandıracak bir sertlikle üzerimizden bakmaktadır. Çocukların millete, ümmete, topluma ve insanlığa da yapı taşı olarak yetiştirilmesi gerektiğini aklından çıkarmayanlara selam ile...


"Gençlerin hayatta ilk ve son vazifesi hakikat severlik olmalıdır."


"Hakikatleri olduğu gibi öğren, tenkitleri de dilediğin gibi yap. Bunlar sana irfan ve vicdan borcudur."


"Çocuk davasını gereği gibi ele almayan ve onu halledemeyen bir hükümet ne yaparsa yapsın asıl vazifesini yapmış sayılmaz. Çünkü yapılan her şey istikbâlde kuvvetli ellere tevdi olunamayacağından o işler payidar olmaz ve milli bünye de tehlikede sayılır."

8 Ocak 2022 Cumartesi

Öğretmene Vefa


 


Dedemin hikâyeleri vardı, gülümseten anıları...


Çoğu "kaptığım gibi örsü adama bir vurdum, adam bîhoş oldu" diye biterdi. Bazen eşi dostu, bazen bir akrabayı, sahip çıktığı yetimlerden birini ama nihayetinde bir garibi dayak yemekten kurtaran son hamlesiydi bu. Anlatırken keyiflenir, bizi de eğlendirirdi. Bugün paylaşacağım hikayesini ise onun ağzından dinlemedim. Hikayeyi daha güzel, daha anlamlı kılan da bu; başkalarının ağzından dinlemek, başkalarının yazdıklarından okumak. Bir kahramanlık ve bir vefa hikayesi bu. Baki Burhan Akırşan'ın "Taşkentlilerin Hikâyeleri" isimli kitabından.


Abdurrahman Akay ve Seyfettin Güneri Öğretmen



Ankara’nın Anafartalar Caddesi'ndeki sokaklardan birisinde Abdurrahman Akay hemşehrimizin çocuk elbiseleri imal edip sattığı bir iş yeri vardı. İsmi “Taşkent Bebe Pazarı” idi. Bir gün buraya kırk beş, elli yaşlarında biri girdi. Selam verip, hayırlı işler diledikten sonra;


“Dışarıda 'Taşkent Bebe Pazarı' yazan levhanızı gördüm, Konya’nın Hadim ilçesine bağlı Taşkent bucağı ile bir ilginiz var mı, yoksa bir isim benzerliği mi diye bir sorayım dedim, onun için rahatsız ettim” dedi.


“Evet ilgimiz var ben Taşkentliyim” diye cevapladı hemşehrimiz.

“İyi öyleyse doğru gelmişim, ben öğretmenliğe 1937'de Taşkent’te başladım. İsmim Seyfettin Güneri” deyince hemşehrimiz yerinden fırladı.


“Oooo! Hocam hoş geldiniz, şükür görüştürene, ben sizin ilk okuttuğunuz beşinci sınıfın öğrencilerinden biriyim. Buyurun.” diyerek yer gösterdi. Gerekli ikramlardan sonra konuşmaya başladılar.


-Hocam bir iş için mi geldiniz, yoksa burada mı bulunuyorsunuz?

-Üç gündür buradayım. Biliyorsunuzdur, sizin orada bir ders yılı görev yaptıktan sonra asker oldum. Dönüşte tekrar sizin orada iki yıl öğretmenlik yaptım. İstanbullu olduğum için sonra oraya tayinimi istemiştim. 1941 – 1942 ders yılından sonra tayinim çıktı. Bu zamana kadar hep orada görev yaptım. Tabii evlendik, iki oğlum var, ikisi de bu sene Ankara’daki üniversitelere başladılar. Ben de hem başlarında bulunurum hem masraf da az olur diye buraya tayinimi yaptırdım. Üç gündür kiralık ev arıyordum, bize göre bir yer de buldum. Hem çocukların gidip gelmesine uygun hem de görev yapacağım okula yakındı. Her şey tamam derken, ev sahibi “altı aylık peşin isterim” diye tutturdu. Ne kadar ısrar ettimse de adamı ikna edemedim. İş yeri buraya yakın, yanından ayrılınca sıkıntımı dağıtmak için Anafartalar Caddesi'ne çıktım, şöyle Saman Pazarına doğru yürürken sokakta levhanızı gördüm ve buraya geldim; iyi de etmişim. Ben Taşkentlileri çok sevmiştim, Anadolu insanı ile ilk sizin orada tanıştım, biraz konuşur özlem gidermiş oluruz diye düşündüm.


Seyfettin Bey'in konuşması bitince Akay hemşehrimiz iş gömleğini çıkarıp ceketini giydi ve;

“Hocam buyurun gidelim” dedi, hoca şaşkın sordu.

-Nereye gideceğiz?


-Gidip evi tutalım.


-Ama söyledim, o peşinatı ödeyecek durumda değilim.


-Hallederiz efendim buyurun gidelim.


-Aman Abdurrahman Bey oğlum, ben buraya her hangi bir talep için gelmedim, biraz laflayıp gideceğim sizi sıkıntıya sokmak istemem.


-Biliyorum hocam, ancak sizin sıkıntınıza sizden feyz almış birisi olarak ben nasıl kayıtsız kalabilirim? Merak etmeyin Allah’a şükür durumum iyi, yani daralmam, lütfen bana bu fırsatı verin! Geri çevirirseniz çok üzüleceğim, çünkü bunu yapmam için özel bir sebep de var.


Hoca daha fazla direnmedi artık, beraberce ev sahibinin yanına vardılar. Abdurrahman altı aylık kira için bir çek verdikten sonra adama; “Bana bak, her ne sebepten olursa olsun hocamın kapısını çalmayacaksın, ne isteyeceksen gelip bana diyeceksin” diyerek tembihledi ve ilave etti; “Tamam mı? Anlaştık mı?”


“Anlaştık” dedi adam. Evin anahtarını aldılar, vakit öğlen olmuştu.

“Hocam bir de yemek yiyelim” diyerek bir lokantaya girdiler, yemekte öğretmen;

-Abdurrahman çok duygulandım, Allah razı olsun, “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez” derler aynen öyle, yaptığın çok makbule geçti. Ama bir şey soracağım, “bunu yapmam için özel bir sebep var" dedin, merak ettim anlatırsan dinlemek isterim.


-Var hocam! Hem de benim için dağlar kadar üzerimde minnet yüklü bir sebebi var, sordunuz madem anlatayım. Siz Taşkent’e geldiğiniz yıl biz son sınıfta idik, siz de öğretmenimizdiniz. O sene idare, talebelerin gırlet gömlek ile beyaz yaka giymelerini istiyordu. Terzi Ethem Usta bunları bir liraya dikiyordu. Çocuklar yeni kıyafetleri ile okula gelip gidiyorlardı ama altı çocuğun ailesi bir lirayı bulup bu kıyafeti yaptıramadı. Azarlandılar, okula alınmadılar ama nafile, çaresizdiler. Nihayet siz bu altı talebeyi aldınız terziye götürdünüz, altı lirayı verdiniz, kıyafetleri diktirip giydirdiniz. İşte hocam bu altı çocuktan birisi bendim. Sizin de maaşınız o zaman her halde kırk liralardaydı, bu fedakarlığı yapıp çocuk gönüllerimizi ihya ettiniz. O günkü iyiliğinizin yanında benim bu yaptığım inanın bir şey değil. Bunu hatırladıkça hep size bir rastlayıp elinizi öpüp şükranlarımı bildirmeyi düşünürdüm, Allah bunu bana lütfetti şükür. Onun için hocam kendinizi sakın borçlu saymayın, gerisi size kalmış, daha yapabileceğimiz bir şey olursa her zaman emrinizdeyim. Şu anda günlerce susuz kalmışta suyu bulup içip kanmış gibiyim inanın.


Böylece ikisi de duygulara gark oldular. İşte kaderin bahşettiği bu mutlu tesadüf iki gönlü zengin insanı da doyasıya mutlu etti.


Bu cefakeş kahraman öğretmen, vefalı gönlü zengin adam ve iki ay önce aramızdan ayrılan hikâyenin aktarıcısı Baki Burhan Akırşan'ın ruhlarına birer fatiha ile biz de vefamızı gösterelim.