29 Aralık 2014 Pazartesi

İYİ, KÖTÜ ve SAF

İlk andan son ana, zerreden evrene, tüm karşılaşmaların sebebi bu savaştır yaşanan. 

Varoluşun iki tarafı var, ama dört taraftarı. 


İyiliğe bile isteye hizmet eden iyiler, kötülüğe bile isteye hizmet eden kötüler. 


Bir de saflar. İyilerin safları ve kötülerin safları. 


Bunlar duruma ve konuya göre taraflarını seçer ancak aslında neye hizmet ettiklerini bilmezler. 


Savları ya anlık ya da nefsanidir. 


En iyisi iyi olmaktır. 


Ondan sonra safların iyilerinden olmak, sonra safların kötülerinden olmak. 


En kötüsü ise kötü olmaktır. 


"Herkes kendine göre iyidir" deme, kötüler kendilerini bilirler. 


Başkalarını kandırırlar ama kendilerine samimidirler. 


Saflardan değilsen sen de onları tanırsın. 


"Ben iyilerdenim" de deme, saflar arasına girersin. 

İyilerden olmanın tek yolu ise doğru yolu talep etmektir. 


Bilemediğini bildirenden, göremediğini gösterenden. 


İsteyen için umut vardır, "benim" diyen için yok. 


11 Aralık 2014 Perşembe

OKUMA NOTLARI: Devlet / Platon


Hocası Sokrat'ın, insandan köklenip ideal devleti kurma niyetiyle şekillendirdiği düşüncelerini tartıştığı sohbetlerini anlatan Platon'un eserinde ilk 5 kitapta insanlığın temel soru ve sorunlarının 2500 yıldır değişmediğini, tekrar tekrar hiç yaşanmamışçasına baştan yaşandığını farkettim. 

6. kitap bölümünde bazı ifadeler dikkatimi çekti;

Tanrı ve insan işlerini bütünüyle kavramaya uğraşıp duran bir ruh küçüklükle bağdaşmaz. Düşünceleri yücelere yükselen, bütün varlıkları, bütün zamanlarla birlikte seyreden kişi, insan hayatına önemli bir şey diye bakmaz. Bu nedenle filozof yaradılışlı diyeceğimiz adamların hiçbir aşağılık tarafı olmamalıdır. Ölümü korkulacak birşey olarak görmez. Korkak, aşağılık bir yaradılış da felsefeye erişemez. İçinde aç gözlülük, aşağılık, gösteriş, korkaklık olmayan bir insan geçimsiz haksız da olmaz. Öyleyse bilim (insan ve tanrı ilminden bahsediyor) sevenle sevmeyeni ayırt etmek için kişinin genç yaşında doğru ve geçimli, yada geçimsiz ve hırçın olup olmadığına bakacaksın. Bunun yanında sağlam bir bellek, incelik, ölçü ve öğrenme kolaylığı olacak. 

Bu tanımı yaptıktan sonra bu yaradılışa sahip kişinin binde bir geldiğinden ve bunların da çoğunun bozulmalarından bahsediyor. Bu bozulmanın etkenlerini ise şöyle sıralamış;

Öncelikle yaradılıştan taşınması gereken şartlar olarak saydığı yiğitlik, ölçülülük ve bunlara benzer beğenilen değerlerin aynı zamanda kişiyi yakan, yıkan şeyler olması. Sonra güzellik, zenginlik, beden gücü, devlet ve aile bağları. Bütün bunları taşıyan kişinin uğrayacağı zarar taşımayanın uğrayacağı zarardan büyük olur. Bir nevi azdan az, çoktan çok gider mantığı. Öyleyse en iyi yaradılış gereğinden başka türlü beslenirse orta yaratılıştan daha kötü olur. En güzel değerlerle yüklü insanlar kötü bir eğitimle kötünün kötüsü olurlar. En büyük suçları, korkunç kötülükleri, orta yaratılışlı insanlar değil, eğitimin bozduğu sağlam yaratılışlılar işler. Cılız bir yaratık ne iyinin ne kötünün büyüğüne ulaşamaz. 

Gelelim asıl noktaya; bu bozulmanın önüne tanrı korumadıkça kimse geçemez. 

Kulun emeğine, inadına, dirayetine, fıtraten taşıdığı bütün erdemlere ve aldığı iyi eğitime rağmen hidayete erdirenin ancak Allah olduğunun bir ayet ile bize bildirilmiş olması ne büyük nasip! Sokrat gibi saatlerce, belki de aylarca, yıllarca kafa yorup, Platon gibi saatlerce, belki de aylarca, yıllarca dinleyip, etrafımızdakileri de ikna etmek gibi bir zahmete katlanmaksızın lutfen bilgilendirilmişiz.

Devamında bu bozulmada en büyük sorumluluğun yine sofistlerde (eğitmenlerde) olduğunu söylüyor. Kendi beğendikleri hareketleri öven, aksini yeren, bunlarla yetersiz kaldığında kepaze eden, mallara el koyan, öldüren sofistler. Bugünün şartlarında bu eylemleri alenen gerçekleştirilen eylemler olarak, bu kişileri de gerçek kişiler olarak değil insanları yaşam standartları ve şartlarıyla zorlayan sistem olarak görmek gerekir.   

Bütün bu olumsuzluklara rağmen fıtratı uygun kişiye verilmesi gereken eğitim üzerine çokça kafa yorup tatmin edici bir çıkış yolu bulamasa da, devlet yönetmeye uygun ideal insanın yetiştirildiğini varsaydığında dahi önemli bir sorunla karşılaşıyor; zevklerin, keyiflerin, heveslerin üzerine çıkartılmış, ağırlıklarından kurtulmuş ruha sahip kişiler baş olma sevdası taşımayacakları için devleti yönetmeye talip olmayacaklar, ve hatta kaçınacaklardır. Diğer yandan da bu değerlere sahip olmadıkları için devleti yönetmeye talip olacak kişiler ise bir ülküleri olmadığı için bu işe elverişli değillerdir. İkinci grubu hiç önemsemeyip üzerinde çalıştığı ilk grup için bulduğu çözüm iyi yetişmiş üstün kişileri toplum için çalışmaya ikna etmek. Sonra tekrar onların eğitimine dönüyor ve çocuklukta beden eğitimi ve müzik, gençlikte matematik, geometri ve astronomi, ilerleyen yaşlarda da dialektik eğitimi yapılması gerektiğine inanıyor. Erken yaşta dialektik ve tartışma içerisine giren bireylerin bu tartışmaları üstün gelme amacıyla, ilerleyen yaşlarda ise doğruyu arama çabasıyla yapacaklarına inandığı için otuzlu yaşlardan önce felsefi ve ilmi tartışmalara girilmesinin engellenmesi gerektiğini söylüyor. Bu dialektik eğitimi için öngörüsü ise 15 yıl. Yani fıtratı uygun ve iyi eğitilmiş kişilerin devlet yönetimi için uygun hale gelmesi 45-50 yaşlarından önce olmuyor. 

O günden sonra bu bilimlerle 2500 yıl geçiren insanlığın halen ideal yöneticiye kavuşamamış olması, bilimin irfan ve sadakat ile harmanlanmamış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Eksik olan; ilahi gerçeğe ait bilgi ve ona bağlılık. Yöneticinin, içinden çıktığı toplumla birlikte o toplumun asıl sahibine de bağlılığı. Kendini sahip değil sahibin sadık hizmetkarı olarak görmesi.

- o -

8. kitapta bugün yaşadıklarımızla birebir örtüşen durumlardan bahsedilmiş;

Kendi kurguladıkları ideal devlet dışında 4 çeşit daha devlet şeklini açıklıyorlar. Birincisi; timokrasi veya timarşi diye adlandırdıkları şeref devleti. Şeref sahiplerinin para düşkünlüğü cimrilik, açgözlülük, rekabet ve dolayısıyla zengin-fakir ayrımının git gide büyümesi sonucunu doğurduğunda oligarşiye yumuşak bir geçiş yaşanıyor. Bu düzende belli bir gelir düzeyinin altındakilerin devlet yönetiminde hiçbir etkisi yok. Oligarşik toplumlarda zengin-fakir arası uçurum açıldığından toplumun bütünlüğünün korunmasını sağlayacak insan bulunamıyor. Zenginler fakirlere güvenemediği için, fakirler ise zenginlere karşı nefret duyduğu için güvenlik zaafı doğuyor. Oligarşiden demokrasiye geçiş tanımı çok ilginç; Bu düzenin başındakiler , kudretlerini mala, mülke borçlu oldukları için, gençlerin hovardalıklarını, baba mallarını harcayıp tüketmelerini kanunlarla önlemeye gitmezler. Çünkü daha zengin, daha hatrı sayılır olmak için bu hovardaları borçlandırıp mallarını ellerinden almak isterler. Böylece toplumda bir sürü işsiz türer, mallarını ellerinden alanlara ve toplumun geri kalanına karşı bir kin besler, onlara kötülük etmek, devleti yıkmak, düzeni değiştirmek üzere yollar ararlar. Bu mutsuz insanları görmezlikten gelen zenginlerse borç verip faiz almaya devam ederler. Onların sermayeleri büyüdükçe toplumda yaban arıları ve serseriler çoğaldıkça çoğalır. (Yaban arıları tanımı gelir için adi suç işlemekten çekinmeyenler için kullanılıyor. Bunun karşılığı ise iğnesi olmayan arılar, yani dilenciler) Bu tür toplumlarda zengin gençler eğlenceye dalar, bedenlerini ve kafalarını işletmekten geri kalır, yumuşar, zevke de acıya da dayanamaz hale gelirler. Bu gençler fakirlerle bir araya geldiklerinde fakirlerde kendine güven ve haset doğar. Sonunda iç savaş çıkar. Fakirler galip geldiklerinde demokrasi kurulur. Görünüşte en güzel düzen budur ancak aslında sınırsız özgürlüklerin getirdiği sınırsız sayıda düzen nedeniyle demokrasi düzenler panayırıdır. Bu düzende insan zorunlu ve yararlı isteklerden, boş ve zararlı isteklere doğru kayar. Saygısızlık nezaket, kargaşa özgürlük, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik olur. Demokrasiyi yıkan da onun en çok arzuladığı şey olur; özgürlük. Halkı yönetenler her yola girmesini beceremez, her istenen özgürlüğü veremez olunca, halk onları suçlar, hain ve oligark diye cezalandırır. Devlet adamlarının dediğini yapan yurttaşlar çıkarsa onlar da kötülenir, aşağılık köle ruhlu insanlar sayılır. Böyle bir devlette özgürlük isteği bütün sınırları aşar. Bu aileye ve bireye de yansır. Baba oğlundan çekinir, kendini babasıyla bir tutan delikanlı, büyüklerini saymaz, çekinmez, hür yaşamak ister. Öte yandan sığıntılar yurttaşlara, yurttaşlar sığıntılara eş olur. Yerli, yabancı ayrılığı da kalmaz. Öğretmen öğrencisinden çekinir, öğrencilerse büyükleriyle olduğu gibi öğretmenleriyle de alay ederler. Heryerde gençler kendilerini yaşlılarla bir sayar onlarla yarışa girerler, yaşlılar da gençlerin hoşuna gitmek için şakacı, eğlenceli olmaya çalışır, genç tavır takınırlar. Sonunda yurttaşlar öyle hale gelir ki, bir yerde baskıya benzer en ufak birşey gördüler mi kızarlar, ayaklanırlar, yazılmış yazılmamış bütün kanunları hiçe sayar, kelimenin tam anlamıyla başına buyruk kalmak isterler. Her aşırılığın ardından her zaman sert bir tepki gelir. Mevsimlerde, bitkilerde, bütün canlılarda böyle olur. Devletlerde ise hepsinden fazla. Aşırı özgürlüğün tepkisi aşırı kölelikten başka birşey olmaz. Ve bu da son devlet düzenini doğurur; zorbalık. 

Anlaşılıyor ki ideal düzenin sırrı sınırsız özgürlük değil, özgürlük ise zevklerin peşinden engellere takılmaksızın koşmak değil. Özgürlük bireyin faydasız isteklerinden sıyrılabilmesi, onu doyumsuzluğa ve mutsuzluğa mahkum eden bağımlılıklarından, bencilliklerinden ziyade bir hayat sürebilmesi. Bedenin değil ruhun hazlarına erişmek özgürlük. Demokrasi ise özgür ruhların, maddeten birbirini itmeyen bireyler olarak aynı ortamda yaşayabilmesi.