20 Ağustos 2021 Cuma

Bugünün Mahir Öğretmenlerini İzliyor muyuz?

 




Bugünün Mahir Öğretmenlerini İzliyor muyuz?


Dergimizin bu sayısına muhatap olanlar, tanıyorlarsa Mahir İz Hoca'yı bir kez daha hatırlayacak, onunla paylaştıkları ortak idealler üzerindeki azim ve şevklerini tazeleyecek, tanımıyorlarsa onu ve hizmetlerini merak edecek, hâlâ taze ve her daim taze kalacak izlerinin peşine düşecekler. Mahir İz, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Fuat Sezgin, Fethi Gemuhluoğlu, Mustafa İnan, Haluk Dursun ve kültür hazinemizde böylesi parlayan, kendinden çok kendisine sahip olana -burada o sahip toplumdur- fayda sağlayan, nadide mücevherler... Her dönemde olduğu gibi bugün de emsâl mücevherlere sahip olmadığımız düşünülemez. Mahir Hoca gibi, ödeneği kesildiği hâllerde dahi hizmetine ara vermeyi bir seçenek olarak görmeyen, yolunu keseceğini bile bile kara kışa rağmen o hizmetin yoluna düşerek sevabına tâlip olan, yoksul öğrencisine okul yolunda eskitsin diye ayakkabı alan, onu taşıyan, evinde barındıran, sonsuz öğrenme şevki, üstün öğretme yeteneği, gönül çilingirliği vasıflarını mükemmelen kendinde birleyen, eser miktardaki benliğini milletin gençlerinde hiç edip oradan bir ruh yoğuşturmaya gayret eden öğretmenler bugün de yok mudur?


Vardır elbet. Hatta onları ortaya koydukları güzelliklerle sosyal medyada görürüz, haber bültenlerine renk katan anlıklar olarak izleriz, kısa ve öz takdir ederiz. Oysa neden veremediğimizi tartışadurduğumuz iş ahlakının, insanî yaklaşımların, toplum odaklı hayat tarzının, verimli eğitim sisteminin, sağlıklı ilişkilerin, kısacası huzurun ve mutluluğun sırrı onlardaki adanmışlıktadır. En özel çocukların toplandığı sınıflarda ayaklarını masasının üzerine atmış, telefonuyla oynayan öğretmenle, bir köy okulunda cevher işlediğinin bilincinde çalışan öğretmen arasındaki farkın içine düştüğümüzden habersiz, daha iyi bir eğitim sistemi aramaktayız. Bu sayımızda Mahir Hoca hakkında bilinenler, aktarılagelenler hakkıyla derlenip sunulacaktır düşüncesiyle ben fazlaca tekrara düşmeden, eğitim sistemimizle ilgili hayallerimi bu satırlara serpiştirmek niyetindeyim. Ve bu hayalin odağında günün Mahir öğretmenleri var. Fedakar, idealist, gençmerkezcil, manevi hazzı öncelemiş, halk ve dolayısıyla hak rızası gözeten, genç ve yetenekli öğretmenlerimiz.


Ülkemizde okul öncesi, ilk, orta ve lise olmak üzere kabaca yetmiş bin civarında okulumuz var. Bir milyon yüz on yedi bin civarında da öğretmenimiz. Her okula öncü bir “üstün öğretmen” atayabilmemiz için ihtiyacımız olan her on altı öğretmenden bir Mahir öğretmen adayı çıkarmak. Öğrencilerimizi sonu gelmez sınavlara tâbi tutmak yerine öğretmenlerimiz arasından diğerlerine model olacak olanları ayıklamak. Mahir Hocaların, yaşadıklarını, özverilerini, emeklerini öğrenmek, takdir ve taklit etmek o günlerin şartlarında mümkün olmadı; onları ancak eserleri ve öğrencilerinin başarılarıyla tanıdık, bildik. Ama bugünün imkânlarıyla bu ayıklama işini hızla yapabileceğimiz umulabilir. Her okulda fark yaratan öğretmenleri belirlemek, sonrasında öne çıkanlar arasında yaratıcılığa, meslek sanatkârlığına ve etki gücüne dayalı bir eleme sistemi geliştirmek zor olmasa gerek. Öğrencilere sorsanız size mıh gibi göstereceklerdir gönüllerine giren öğretmeni. Matematiği zevkli bir oyuna dönüştüren, karga seslileri müziğin ritmine katıp kaptıran, fiziği dünya hâli, yabancı dili âşina, Türkçe'yi gönül dili eyleyeni, köprü kuranı, insanlık aşılayanı hepsi tanır, bilir, söyler. Ama öğrenme ve öğretme şevkini taşıyan, yaratıcı, iletişimci, uygulayıcı, kapsayıcı, zorlayıcı, çekip çevirici öğretmenleri kıdem, yaş, tecrübe gözetmeksizin yetkilendirmek biraz cesaret gerektirebilir. Bu noktada da ihtiyacımız olan cesareti mevcut durumun bize umut vermeyişinden alabiliriz. Üstelik gönül çilingiri dediğim bu insanların kendilerinden yaşça ve tecrübece ileri ama kıdeme yaslanmaktan öte marifeti olmayan astlarıyla makul bir iş ilişkisi kurabileceğinden de şüphe etmemeliyiz. Ve ardından bu eğitim ordusunu yurt sathına yaymak ve okullarımızın dengeli bir şekilde gelişimini, kalkınmasını, eğitim hamlesini belki bir beş yıl, on yıl beklemek gerekecek. Maddi çıkarlarını, hırslarını, kibirlerini, yılgınlıklarını, ataletlerini eğitim aşklarına kurban etmiş genç Mahir hocalara vereceğimiz fırsat bizlere parlak mühendisler, insancıl doktorlar, dürüst avukatlar, yenilikçi iş insanları, değerlerine bağlı, hedefleri ortaklaşmış, kavga sebepleri azalmış gençler olarak dönecektir. Eli, aklı ve kalbiyle iş görüp mesleğinin sanatkârı olan insanlardan oluşan bir toplum yeniden ve sağlam temeller üzerine inşa olacaktır. Ve bir sonraki neslin öğretmenleri, öğrencinin evlattan evla varis olduğunu bilerek yetişecek, toplumun her daim öğrenen çocuğu ve öğrencisini en azından evlatları gibi yetiştiren öğretmenleri olacaklardır.


Bu tasarımda millet olarak bizlere düşen ise bu öğretmenlerin en tatminkâr şartlara kavuşması için çalışmak, zenginleşmek, zenginliğimizi arzularımızdan önce çocuklarımızın eğitimi için hak edenlere vakfetmektir. Onları, bu işi maddi çıkarlarını gözeterek yapanlardan seçmediğimizi hatırlatayım. Bu verişimiz, diğerlerini de bu rütbeye teşvik etmek, başı çekenlerin izinde kalmalarını sağlamak için gereklidir. Özel okullara, özel derslere, etüdlere, kurslara harcanan paraların bu üstün öğretmenlere ve dolayısıyla bütün okulların aynı özelliği, aynı derinliği kazanmasına harcamak, rahat ama ilerlemeyen bir arabada oturmaktan memnun olanlar için zor olabilir ama yol almak isteyenler için elverişli ve elzem bir sistem olacaktır. Bu bakışa da ancak Mahir hocaların her çocuğa kendi çocuklarıymış gibi bakmalarını taklit ederek ulaşabileceğiz.


Bugünün Mahir öğretmenlerini bulalım ve maharetlerini göstermeleri için onlara fırsat verelim. İnce düşünen, incelten, ince ince işleyen bu insanları kitaplardan, hatıratlardan bulup çıkardığımız gibi hayatımızdan, bugünümüzden de bukup çıkaralım ve olmaları gereken yere yerleştirelim. Sistem arayanlar ve sözden usananlar için işte bu kurulabilir bir sistemdir.

1 Ağustos 2021 Pazar

NAZAR

 



NAZAR


Sizi yeni bir nazar biçimiyle tanıştırayım. Öyle düşen çocuğun, yeni arabanın, terziye diktirilmiş ipek elbisenin başına gelen cinsten değil. Orman tutuşturan, sele boğduran, kadın öldüren, şehit verdiren cinsten bir nazar. Bu nazar duyduk duymadık, gördük görmedik, bekledik beklemedik her felakete zemin hazırlıyor ve bir an önce “ortak hedefe yönelik birlikte çalışma yöntemlerini” okuyup kendimize üflemezsek daha nice felaketlere zemin hazırlamaya devam edecek. Birbirimize her an kem, keskem, kem kere kem gözle bakma batağımızdan bahsediyorum, bahsederken bile nefret ediyorum, nefretlere doyamıyor tiksiniyorum.


Önümüzde ormanlarımız cayır cayır yanıyor, çoğumuz için bunun, gündelik iş olan kavgaya yeni bir fasıl açmış olmaktan öte bir anlamı yok. Sel geliyor, insanlarımızı, emeklerini, mahsullerini, evlerini alıp götürüyor, kazık temelle inşa edilmiş kavgayı bir türlü götüremiyor. Her gün kadınlarımız ölüyor, ömrümüzü tüketen tartışmaya tartışmayan kadınların eli değmiyor. Ölüme doğduğundan beri tertemiz hazır şehit, bıkmadan usanmadan can verirken, taş taş üstüne koymadıkları bir tek ömürlerini kavgaya vakfedenlere gönül koymuyor mu ki kavga edenler de yenidoğanların daha ilk adımlarıyla şehadet yürüyüşüne başlamalarını umursamıyor.


Daha neler göreceğiz? Bir gün gelecek kaza yapmış, yanan arabasında sıkışmış birine yardım etmeden önce partisini mi soracağız? Gün gelecek tacize uğrayan kızı arkalamadan önce inancını mı sorgulayacağız? Gün gelecek bir bebek kaçırılırken önce anasının-babasının kıyafetine şöyle bir kem gözle mi bakacağız? Yarın deprem olduğunda hayatta kalacakları, yardım edilecekleri iktidardaki ideoloji mi belirleyecek? Düşman kapıya dayandığında memleketi baştakilere göre mi savunacağız? Geçmişten geleceğe devam eden kısır tartışmalar acaba hangimizin çocuğunu diğerine zorba kılacak?


Geçmişin tüm kısır kavgalarından, doğruyu yanlışı zihnimizde işleyip işlerimizde fayda verecek şekilde kullanmayı düstur edinerek ve sözün fazlasını buruşturup çöpe atarak sıyrılsak da bugünden, şu andan sonramızı sadece ortak hedeflerimize yönelik planlasak. Konuşmak yerine elimize bir iş alsak da onu tamamına erdirmek için oyalansak, bizi ne alıkoyabilir? İnançlı-inançsız, solcu-sağcı, gelenekçi-gelecekçi aynı tarzda yaşamasalar da bir bütün için tartışmasız aynı üzüntüyü ve aynı sevinci doğuran hâllerde nasıl olur da aynı hisleri paylaşamaz?


Kem nazar! Kötü, uğursuz, biraz kurcalarsak nefretli, hasetli, fesatlı, bedbaht, berbat nazar bizimkisi. Birbirimizin üzerinden hiç çekmediğimiz kara kılıç. Kem; bin yıldan eski kelime. Ağrıdan, hastalıktan doğmuş, kötüye, kötü bakışa yoğrulmuş. Bakış kemse göz hasta, akıl hasta, kalp hasta olmalı ki böyle diyegelmişler. İnsan ağrısını atmış o kem bakışla. Hastalığını bulaştırmış. Öyle sanmış. Öyle ummuş. Ne kötü zan. Dönmüş dönmüş sahibini vurmuş. Herkes biribirine böyle bakar olunca herkes hasmını vurdu sanıp kendini vurmuş, sağ kalmamış. “Sağ”. Artık durup başımızı sağaltmamız lazım. “Derviş bağrı baş olur, gözü dolu yaş olur...” demiş Yunusumuz. Başımızı, yani yaramızı sağaltmamız lazım. Her zaman başımızda birileri olacak, biri gidecek biri gelecek, başımızdakileri bağrımıza yara etmemenin çaresi hedeflerimizin ortak olmasıdır. Ve zaten öyledir de. Bunu fark edip birlikte yürümeyi kabul ettikten sonra baş sağalır, başımızdaki de rahat eder biz de rahat ederiz.


Eğriyi doğruyu güzellikle kabul ettirme imkanlarının en yüksek derecelerindeyiz. Ama sözün itibarını iade etmek için uzun bir sükut lazım. Kavga edenlerden olmadığımızı göstermeye yetecek bir sükut. Belki aylar, belki yıllar. Kendimizi kabuktan ayıklayacak kadar. Sonra yerine ulaşacak, yerinde ağrıyacak söz ederiz. Sözün gücü doluluğundan, saflığından, yoğunluğundan, pekliğinden, tokluğundan gelir. Saçıla, döküle, atıla, satıla edilenden söz süzülmez. Bir sustuğumuzda kaç yeni kavga sönmüş olur. Bin sustuğumuzda kaç? Hayır söylediğimiz bile şerre dönüştürülüyorsa söze ne gerek kaldı? Harcı yalan olan akışlara kapıldıktan sonra söze ne gerek kaldı? Somut ve şaşmaz bir çaresi var; susup birkaç saat, en fazla bir gün beklemek! Doğru kendini gösteriyor. O kendini gösterene kadar kavgadan kavgaya dalıp gönül kirletmeye ne gerek var? Doğruya karşı kışkırtıp, muhatabın inkârını körüklemeye ne gerek var? Yarasına basıp, kanatmaya ne gerek var?


Biz, işimize bakan, susmayı bilen, sözü yerinde tutup yerinde kullanmayı bilen, yalanla kavgadan ve ona inanmaktan kaçınabilenler! Bilelim ki kalabalığız. Umutsuzluğa kapılmayalım. Sesi çok çıkanların kavgasına kapılmayalım. On tayfa kavga ediyor diğer sekizi taraf seçiyor. Oysa sekizi küreklere asıldığında kavga anlamsızlaşır. Gemi yürür, istedikleri yere, istedikleri kadar. Tayfalar iki takım olup kavga ederlerse bir korsan gemiyi ele geçirecek ve onların hepsini kürek mahkumu yapacak. Yine kürek çekecekler ama esaretlerine... Çocuğa böyle anlatırım. Siz olsanız nasıl anlatırdınız?