30 Ekim 2023 Pazartesi

Türkiye “Daha Adil Bir Dünya” Ülkesi Oldu mu?

 



Türkiye “Daha Adil Bir Dünya” Ülkesi Oldu mu?


Dünya. Yaşamaya elverişli olduğunu bildiğimiz tek gezegen. İnsan. Yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp kan dökeceği bilinen tek canlı. Ve zaman! Meleklerin bilmediğini bilenin imtihanından geçmenin tek yolu (Bakara, 30). İnsanın bozgunculuğun ve kan dökücülüğün sınırlarını zorladığı, dünyayı günden güne çekilmez hâle getirdiği şu karanlıkta yaşanabilir bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğine dair sözler artık tükenmek üzere. Savaşların salgınlarla, kıtlıklarla, çevre felaketleriyle birleştiği bir dönemde, dünyayı kasıp kavuracak yıkımdan hemen önce, belki de bu sözlerin sonuncusuyla karşı karşıya, ya hep ya hiç noktasındayız.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” isimli kitabında Dünya'nın üst yönetimi diyebileceğimiz ve dolayısıyla bu gidişatın birincil sorumlusu olan Birleşmiş Milletler örgütünün, daimi üyeler olarak bilinen güçlü devletlerin tahakkümünde işlevsiz bir yapıya dönüşme süreci irdeleniyor. Süreçte göze çarpan sebepler ve sonuçlar açıklandıktan sonra, fiilen geçilmiş olan yeni döneme uyum için Birleşmiş Milletler örgütünün yapısına aklî ve vicdanî bir düzenleme öneriliyor.

Kurulduğu günden bugüne dünya ekonomisi ve nüfûsu üzerindeki ağırlıkları azalan daimi üyelerin (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin) örgütteki ve dolayısıyla dünya üzerindeki etkileri giderek artıyor. Bu temsil adaletsizliği alınan (aslında daha çok alınamayan) kararlarla daimi üyelere hiç dokunmayan ama geri kalanları mağdur eden açmazlara zemin hazırlıyor, çıkmazlara yol oluyor. Son yüzyılda Ruanda, Vietnam, Bosna Hersek, Afganistan, Myanmar, Irak, Suriye, Ukrayna zulümlerine, küre salgınına, varlık dengesizliğine, çevre felaketlerine çözüm üretemeyen Batı, gerçekleri görmekten, adaletten, eşitlikten uzak, çıkarcı bir sistem kurmuş, dünyanın geri kalanını da bu sisteme esir etmiş durumda. Kitapta örgütün başarılı bir yönetim sergileyemediği küre krizleri defaatle okura hatırlatılmış. Aslına bakılırsa kitap dünya gündemini ve uluslararası siyaseti takip edenler açısından tekrarlarla dolu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan çift kutuplu düzenin değiştiği, çok kutuplu ve çok değişkenli bir dünyaya geçildiği, mevcut Birleşmiş Milletler kurumu ile bu dünyanın gereksinimlerine cevap verilemediği, aynı örneklere başvurularak defalarca vurgulanmış. Sorunların tespiti niteliğindeki ilk bölümde 9, çözüm önerisi niteliğindeki ikinci bölümde 8 başlık bulunmasına rağmen her bir başlıkta benzer noktalara değiniliyor, aynı sebep-sonuç ilişkileri kuruluyor. Krizlerin yönetilememesinin Birleşmiş Milletler'i bağlayan temel sebepleri -tekrarları ayıklarsak- şöyle tespit edilmiş:

  • Temsil sorunu

  • Meşruiyet sorunu

  • Kapsayıcılık sorunu

  • İşlev ve etkinlik sorunu

Bunları özetlemeye çalışırsak; 193 üyeye ulaşmış olan Birleşmiş Milletler örgütünün 5 daimi üyesi bulunuyor ve bu üyelerin veto hakkı, Genel Kurul'da diğer ülkelerin çoğunluğu ya da oybirliği ile gündeme taşınan konuların bile bir daimi üyenin vetosuyla boşa çıkmasına sebep oluyor. Güvenlik Konseyi denen, 5 daimi ve 10 geçici üyeden oluşan kurulun yetkisi de daimi üyelerin tahakkümüne yenik düşüyor. Dolayısıyla örgütün de kurullarının da Hristiyan-Batılı hegemonya dışında bir adım atması mümkün görünmüyor ve dolayısıyla göstermelik faaliyetler her zaman Müslüman, Hindu, Budist, Afrikalı, Asyalı, Güney Amerikalılardan oluşan çoğunluğun görmezden gelinmesiyle son buluyor. Hakikatte güçlüler, güçlü olmaya çalışanlar ve güçsüzler olarak ayrılan ülkelerden oluşan topluluk güçlüler tarafından pervasızca kullanılıyor ve oyalanıyor çünkü onların çıkar hesaplarını aşabilen bir sorumluluk duygusu da hesap verme mekanizması da bulunmuyor.

Yazarın bu duruma karşı “Dünya Beşten Büyüktür” sloganıyla dünyaya duyurduğu çözüm önerisi ise beş temel maddeye dayanıyor ve kitabın sonlarında yer alan bu öneri aslında 1 sayfalık bir bildiriyle insanlığa sunulabilecek kadar basit ve açık:

  • Daimi üyelerin veto yetkisinin kaldırılması

  • Tüm devletlere eşit seçme ve seçilme hakkı verilmesi

  • Genel Kurul'u merkeze alan bir yapı kurulması

  • Güvenlik Konseyi'nin dönüşümlü ve yürütücü hâle getirilmesi

  • Güvenlik Konseyi üyesi devletlerin yarışmacı bir sistemle seçilmesi

Bu değişiklikler yürütme kurulu durumuna geçecek olan Güvenlik Konseyi'nin yarışmacı bir yöntemle seçilmesini, sorumluluk üstlenme niyet ve kapasitesinde olan devletlerin öne çıkmasını ve söz sahibi olmasını sağlayacaktır. Genel Kurul bir meclis gibi hareket etmeli ve kuralları yapmalıdır. Güvenlik Konseyi ise onun içinden çıkan bir hükümet gibi görev almalıdır. Daimi üyelikler ve imtiyazlar gitmeli, onun yerine eşitlik, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri gelmelidir (S.185).

Yazarın, talep ettiği değişikliklerin bu kurumun hakimleri tarafından kabul görmeyeceğini itiraf etmesi ve fakat diğer üyelerin yine de bu taleplerde bulunması gerektiğini söylemesi gösteriyor ki bu önerinin ardındaki asıl strateji hakim devletlerin sahte politikalarının insanlık tarafından anlaşılmasını sağlamak (S. 197, 200, 210). Beş daimi üye ve boş bir daimi üyelik beklentisiyle tahakküm sırasının kendilerine gelmesini bekleyen dört devlet (Almanya, Brezilya, Japonya, Hindistan) haricindeki 184 üyenin 120'sini adil düzenden yana olan “Konsensus İçin Birlik Grubu” çatısı altında toplayabilen Türkiye, çözümsüzlükten beslenen güçlülerin meşruiyetlerini kaybetmeleriyle birlikte konsensus grubunun büyümesi gerektiğini savunuyor. Tüm sorunlara sorunun mağdurlarını gözeterek ve çözüm odaklı bakabilen, saklı niyetlerden âri, adil ve merhametli bir yönetim anlayışını oturtabilmek için ülkelerin ekonomik, askeri, nüfus güçlerine kaçınılmaz olarak bağlı ama kimseye imtiyaz sağlamayacak bir yapı işaret ediyor. Yazar, zikredilen bu dokuz ülkenin yanı sıra tek başına Genel Kurul'da dahi etkin olamayan diğer birçok zayıf ülkenin de sürekli olarak kendi çıkarlarını öncelemeye veya küçük-büyük çıkar grupları içerisinde yer almaya çalıştığını, bu yaklaşımın hiçbir üyeye fayda sağlamadığını, ilaveten insanlık faydasına bir karar almayı da imkansızlaştırdığı tekrar tekrar vurguluyor.

Sonuç olarak; doymak bilmez kurnazların bir gün bile, bir kez bile feragat etmeksizin hep kendilerine yontan siyasetlerindense yerine göre eşitliği, yerine göre adaleti sağlayabilecek, mağdurdan yana tavrını koruyarak, din-ırk ayırtlarına girmeden, her daim dengeyi arayacak bir Türkiye'nin Dünya için fırsat ve kurtuluş olduğuna inancım tam. İlaveten dış politikamızın iç politikamızdan daha başarılı olduğunu da, muhaliflerimizin dahi diğer konulara kıyasla bu konuda iktidarı daha fazla desteklediğini de görebiliyorum. Hükümetimizin, seçimlerine girecek olsa birçok ülkede ülkemizdekinden daha fazla oy alacağını söylemek bile mümkün. Gelgelelim ekonomik bağımsızlığımızı sağlayamamış, iç işleyişimizde tutarlı ve hızlı bir adalet sistemini tesis edememiş, her seviyede imtiyaz gözetenlerin oluşturduğu bir topluma dönüşmüş, tüketim kültürünün zincirlerinden sıyrılıp insanlığın çektiği acılara son vermek üzere hayatına yön verebilen iradeli bir yeni nesli yetiştirememiş olmamız gibi zafiyetler bizi iyi niyetlerimizle baş başa bırakıyor. Bugünlerde yaşadığımız Filistin tanıklığının -itiraf edelim ki çaresizliğinin- bize apaçık gösterdiği budur. Düşünmenin, söylemenin, yazmanın yeterli olmadığı, gücü ele alıp ihtiyaç duyulan adaleti sağlamaktan başka çare kalmadığı görülüyor. 

Bir başka bakışla; bu metnin akıl, izan ve vicdandan olabildiğince uzaklaşmış, çıkarlarını gözetmek uğruna tüm erdemlerden sıyrılmış devlet yöneticilerini ve onlara baskı yapması beklenen halkları hedeflediğini de varsayabiliriz. Zira konunun anlamayana anlatır gibi anlatılmış olması beni ve ömrü boyunca bu zulümlerin şahidi olmuş insanlarımızı bu metnin -en azından bir kitap olarak- muhatabı olmaktan çıkarıyor. Kitabın İngilizce, Arapça, Almanca, Fransızca, Rusça, İspanyolca dillerinde de yayımlanmış olması asıl muhataplarını işaret ediyor. İlaveten bu önerinin bir sayfalık bir manifesto şekline sokularak büyük bir kampanyayla insanlığa sunulması, durumun farkında olmayan herkese ulaşması, bu kitabın Türkiye'de okunmasından daha faydalı olabilir hissine kapıldım.

Lisanımız sürçtü ise affola.