28 Aralık 2015 Pazartesi

OKUMA NOTLARI; Bergson / Nurettin Topçu



Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.

Bergson, ahlakı sosyal ahlak ve insani ahlak olarak ikiye ayırıyor. Kendimizi mecbur hissettiğimiz zaman birinci ahlaka, mecburiyeti kendimizde yarattığımız zaman ikinci ahlaka bağlandığımızı söylüyor. Sosyal ahlak diğerlerinin bizi değerlendirmesine dayandığı için sahte ve yetersiz. İnsanı ahlak ise içten gelen bir değerlendirmeye bağlı ve dış dünyadan tamamen bağımsız olduğu için değerli. İnsani ahlak sahipleri ancak kahramanca bir mücadele ile aşka ulaşmış kimseler. Sosyal ahlak sahipleri kapalı ruhlar, insani ahlak sahipleri ise açık ruhlar. Buradan hareketle açık ruh ahlakına sahip İncil ahlakı ve İsa ile Sokrat'ı özdeşleştiriyor. Önemli bir ifadesi; benliğin yayılıp genişlemesiyle insani ahlaktan sosyal ahlaka geçilemiyor. Yanlış anlamıyorsam buradan, ideal toplumsal ahlak için her bireyin insani ahlak mücadelesi vermesi zarureti çıkıyor ve bu imkansız. 

Aynı konuya kitabın son bölümünde yer verilmiş ve burada sosyal ahlaktan kapalı ahlak, insani ahlaktan açık ahlak olarak bahsedilmiş. Bu ikisi arasında geçiş olamayacağı fikrini kabul edilemez bulmuş ve bir çıkış yolu arayışına girmiştim ki yazarın da benimle aynı görüşte olduğunu son bölümde gördüm. 

Bu bağlamda dinleri de ikiye ayırıyor; statik din ve dinamik din. İlk dinler olan statik dinler insanı topluma bağlıyordu, dinamik dinler ise toplumdan ayırıyor, insanlığa bağlıyor. Hind'de ve Yunan'da mistisizm kendinden geçme ve temaşa halini yaşattı ancak hareket yoktu. Hareketin de dahil olmasıyla gayesine ulaşan mistisizme ancak hristiyanlık döneminde ulaşılabildiğini söylüyor. Büyük mistiklerin ruhlarındaki hareketleri anlattığı bir bölümde bazı ifadeleri önemli;

Vecd halinin üstünde duran farkına varılmaz bir sebepsiz sıkıntı, bu halin üzerine iniyorve gölgesi imiş gibi ona bağlanıyor. Bu sebepsiz sıkıntı, hatta sonraki haller meydana çıkmasa bile, gerçek ve tam mistisizmi, kendisinin önceden hazırlanmış taklidinden veya hazırlık halinden ayırt etmeye kafi gelecektir. Bu sebepsiz sıkıntı, büyük mistik ruhunun, bir seyahatin sonuna ermiş gibi, vecd halinde durup kalmadığını göstermektedir.  


İslamda tasavvuf adını alan, islamın özünü ve asıl yapısını teşkil eden mistisizm, Bergson'a göre hayatın sırrını ve akıbetimizin muammasını da çözmeye kabiliyetlidir. 

- o -

Yaratma sevinci her sevincin üstündedir. ...Bu sürurun en yüksek şekli, alimin, sanatkarın, filozofunkidir; şüphesiz, bu adamlar zaferin okşayışlarına ulaşmaktan aciz değillerdir.; lakin eğer alim, sanatkar ve filozof şöhretin arkasından koşacak olurlarsa, bu, onların canlı bir eser yaratmanın mutlak huzuruna sahip olamayışlarına alamet sayılmalıdır. Onlara bu teminatı verin, hemen onların kendi isimleri etrafındaki gürültüye pek az bağlandıklarını göreceksiniz.

- o -

Kitabın son bölümünde sanat üzerine, anlayabildiğim daha sade bir açıklama var;

Dış dünyanın olduğu gibi sezilişi olan estetik sezgi, dış dünyaya bizi bağlayan, onunla aramızdaki bütün menfaat bağlarının koparılması demektir. Bizim gözlerimizden hakiki realiteyi örten pratik menfaatlerimizdir. Eğer realite duyularımızla şuurumuza doğrudan çarpmış olsaydı, eğer biz hem eşya ile hem de kendi kendimizle doğrudan doğruya temasa girebilseydik sanat faydasız birşey olacaktı, yahut daha doğrusu hepimiz sanatkar olacaktık; çünkü o zaman ruhumuz tabiata her yaklaşmasında sürekli olarak sarsılacaktı...

... Hakikatta yaşamakla ne kadar meşgul olursak, bakmaya o kadar az meyyal olduğumuzu ve hareket zaruretlerinin görüş sahamızı daralttıklarını göstermek kolaydır. Sanatkar ise hareket zaruretlerinden tamamen sıyrılarak, eşya ile menfaatsiz, alakasız temasa geliyor. Sanat böylece realitenin doğrudan doğruya görünüşü oluyor....

... Fakat bu gayeye ulaşmak bir anda kabil olmuyor. Başlangıçta, sanatkara kendini gösteren henüz realite değil, temayüllerimiz cinsinden müphem birşey, renkli bir kaç leke, birkaç çizgi, bir kitabın idare edici fikri, bir meselenin güçlükle seçilen halli veyahut da haricileşmek isteyen derin bir histir. Henüz bu sentez yaşamakta iken gelecek olan yaratmanın nasıl olacağını sanatkar önceden kestiremiyor. Önceden ne tür taslaklar yapmış olsa bile, o bize mutlak surette hangi akıbette karar kılacağını söyleyemiyor. Çünkü hakiki sanat eseri yaşanmış olan eserdir. 

Henüz yaşanmamış olan eseri, dış dünyadan her an yenisi gelen bilgilerin etkisinde kalarak değişmeye mahkum olduğu için hakiki olarak görmüyor. Nihayetlenme anında ise eserin, sanatçının iradesi dışında kendini zorla kabul ettiren bir yapıyla belirdiğini söylüyor. 


- o -


24 Aralık 2015 Perşembe

OKUMA NOTLARI: Var Olmak / Nurettin Topçu




Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.


Bu kitap, yazarın felsefe ile sanat arasındaki ilişkiyi konu alan yayınlarının bir derlemesi.

Tam ve gerçek hareket; her defasında, en iptidai bir karar ve feragatte bile, btün aleme yayılış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zeka ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastır. 

Hareket ve varoluş felsefesinin formülünü vermiş; "hareket ediyorum, düşünüyorum, birliği seviyorum, o halde varım." 

İnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış, sevmekse gerçek yaşayıştır.
Bu olağanüstü tanımı sadeleştirebiliriz; inanmak tanıyış, sevmekse yaşayıştır. 
Yazarın önceki ifadelerine de uyarlayabiliriz; inanmak düşünce, sevmekse harekettir. 

- o -


Pascal'ın etin hakikatleri, ilmin hakikatleri, imanın hakikatleri sınıflandırmasını açıkladıktan sonra, Kant'ın şu sözüyle açıklığa kavuşturmuş; "Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum."

- o -

Paliard diyor ki; "Güzelliğin aşıkları var, zenginliğin aşıkları, ilmin aşıkları var, bir de aşkın aşıkları. Ve hepsinde görülen, varlığına tahakküm eden hayalden başka herşeye karşı bir ilgisizlik, bir anlayışsızlık, bir asabiyet". 

- o -

Muvaffakiyet, müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.

- o -

Bergson dünyaya dair bütün emellerden sıyrılmış, diğerlerinde zayıflık ve mutsuzluk olarak görülen ancak aslında ilahi kuvvete bağlı olduğu için en kuvvetli, ve ilahi emellere yaklaştığı için en mutlu olan kamil insanı tanımanın yolunu bulmuş ve şöyle tarif etmiş; "Onlar arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden birşey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. Zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır."

- o -

Hürriyet bahsinde, insanın, harekete geçirici (itici) kuvvetlerin tesiri altında istediği hareketi yapmasını tek başına hürriyet olarak tanımlanamayacağını söylüyor. Bu itici kuvvetler içten veya dıştan gelmek kaydıyla çok çeşitli olabiliyor. Ancak bunların karşısında tek bir yasak edici, durdurucu kuvvet var. İnsanın şahsiyetinden ibaret olan bu tek kuvvet merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi unsurların birleşimi ve buna vicdan diyoruz. Kant'ın tabiriyle; mutlak varlık tarafından hareket ettirildiği zaman insanı hürriyete kavuşturan bu kuvvete sahip olanlar kendilerine bir zulüm telkin edildiğinde "ben bunu yapamam, hürriyetim manidir, insanlığımın cevherinde birşeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, ben zalim olamıyorum" diyorlar. Bu hissi defalarca yaşamış, elimde imkan olmasına ve misliyle karşılık verecek olmama rağmen zulme karşı zulme başvurmamış ve nihayetinde yine de karlı çıkmış bir insan olarak bu ilahi cevherden nasiplenmiş olma ihtimalime sevindim.  

- o -

Namus bahsinde şöyle diyor; Ömürlerinde bir defa bile ruhla beden çarpışmasını yaşamayan adamlar namustan bahsediyor. Doğuşlarında dünyada hazırlanmış buldukları ahlak kaideleriyle yaşayan zavallılar ahlakdan bahsediyorlar. 

- o -

Oscar Wilde: "Bedenin hiçbir düşüşü ve yıkılışı yoktur ki nefsi ruhanileştirmesin." 


Herşeyi kaybedenin yine herşeyi elde etmesi, ümidin çocuğu, imanın meyvası, merhamet güneşinin mahsulüdür. İnsanın kendi sefaletlerinden utandığı bir büyük an içinde kurtuluş başlıyor. 

- o -

Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya'nın hikmetiyle Kuran'daki ilhamı kendinde birleştirdiği halde, garbın dört asırlık ilmine hayran, zihniyetine sahip, felsefesine aşina olacak Anadolu dervişinin ruhudur. Bu sözün söylendiği döneme bakılırsa garbın ilmine ancak hayranlık duyulabildiği, garb felsefesi ve zihniyetinin sindirilmesiyle o ilmi daha da ileri götürebilecek, irfan ve fazilet de içeren bir katkının yapılabileceği fikrinin henüz oluşmadığı anlaşılıyor. Burası biraz kulak tırmalayıcı da olsa cemiyeti yoğuracak ruh tanımı anlaşılmıştır.  

- o -

Zafer bahsinde şöyle diyor; İlahi elçiye muhabbetin varsa kendinde bir elçilik ara. Cemaatin gazabı önünde elleri bağlı durma. 

Hakiki zafer bir tarafın kazanması ile öbür tarafın felakete uğratıldığı zafer değildir. Gerçek zafer içinde taraflar birlikte muzafferdir. 

- o -

Iztırabın hakiki mürşid ve en büyük üstad olduğunu bilenlerse hiçbir şeyden, Allah'tan ve yollarını şaşırmaktan başka hiçbir şeyden korkmayanlardır. Halkın korktuğu şeyleri severek halkın üstüne çıkılır. 

- o -

Bütün ömrümde kalp sahibi birkaç insan tanıdım. Onlar saadet tarlası olan dünyamızdan hiç ekin dermediler. Sade kalplerini bu yeryüzüne tohum diye serptiler. Hala bekliyorum, o tohumlardan bir filiz olsun sürmüyor. Bir gün onlardan birinin kabrine vardım. "Kalbi olmayanlara gayzım nedendir?" diye sordum. "Kalbini korumak için" diye cevap verdi. 

- o -

Damlalar başlıklı son bölümde yazmaktan imtina edemeyeceğim tespitler var;

Alem üç şeyin mecmuundan (bir araya gelmesinden) ibarettir;
Varlık, düşünce, hareket.

Üç musibetten uzaklaşınız;
Zulümden, zelzeleden, bilirim iddiasında olan cahilden.

Üç türlü davranış kaba ve sahtedir;
Kendini belli eden sanat, nümayişçi ahlak, kendine güvenen dindarlık.

Üç şey saadetin sırrıdır;
Tevazu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki.

Üç yerde insan kendini tanır;
Tövbede, zalimin kahrı altında, son nefesinde.

Son üçüne dikkat dikkat !!!

Üç yerde insan Allah sohbetindedir;
Kalabalıktan incinmeyen yalnızlıkta, bir ümidsizin yüzünü ümidle güldürdüğü yerde, zalimin zulmü kendinden şükür taşırdığı anda.

İnsanlar içinde kendini bilenler şu üç kişidir;
Rüzgarı bile incitmeyenler, kendi adlarını söylemekten utananlar, Allah emaneti olan insanlara katı katı gözlerle bakmayanlar. 

Üç türlü insan Allah'tan uzaktır;
Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçanlar, duygulu olduklarını ileri sürüp de sefalet sahnelerinden uzak duranlar, sefil ruhlarda feyz arayanlar. 



19 Aralık 2015 Cumartesi

OKUMA NOTLARI: Varoluş Felsefesi - Hareket Felsefesi / Nurettin Topçu



Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.

Varoluş felsefesini tanımlamak için karşıtı olan özcü felsefeyi tanımlamakla işe başlıyor. Özcü felsefeyi de iki ana kola ayırıyor;

1- Özün tabiatüstü veya Allah'la ilgili olduğunu kabul eden ilahiyatçı özcülük.
2- Özün insan zihninde var olduğunu kabul eden kavramcı özcülük. 


İlahiyatçı (teolojik) Özcülük


Varoluşçuluğun tam karşı kutbunda bulunan Eflatun ilahiyatçı özcülüğün başlangıcı. Ona göre imkandan realiteye geçiş başarısızlığa götüren yoldur. İmkanlar alemi denen rüyadan uyanıp da gerçeğe döndüğümüzde yaşadığımız hayal kırıklığı gibi. Her halükarda, hayallerimiz bizi bekleyen gelecekten daha zengindir. Yine bu sebeple, bir gün yapabileceklerimizi düşünürken hiçbir zaman yapamayacaklarımız da dahil tüm olayların zevkini yaşadığımız bir yerde dururuz. Eflatun, duyuların dünyasıyla, algıladıklarımıza ek olarak özün de bulunduğu dünyayı birbirinden ayırıyor ve ikincisinden halkın haberi olmadığını söylüyor. Varlık sınırsız olan öze yaklaştıkça ideale yaklaşıyor. Ancak duyular dünyasında varlık sınırlı. Örneğin insana varlık, ondaki öze de iyilik dediğimizde, insan iyi olabiliyor ancak mükemmel olamıyor. Güzel olabiliyor ama güzelliğin kendisi olamıyor. Akıl dünyasında ise varlıklar tam anlamıyla özleriyle birdirler ve bizim algı dünyasında var olduklarını sandığımız şeyler gibi sınırlı değildirler. Buradan hareketle Eflatun dünyadaki herşeyin akıl aleminde var olan özün yansımaları olduğunu kabul ediyor. 

Eflatun'un, bu görüşünü ahlak konusuna tatbik ediş noktası çok önemli; gençliğin, özellikle devlet adamı olarak yetiştirilecek gençlerin yetiştirilmesinde, varolan eşyaya hırsla bağlılıktan azar azar onları kurtararak özün temaşasına doğru götürmeyi amaçlıyor. Eflatun'a göre, özlerin veya idelerin ve bilhassa bütün idelere hakim olan hayır idesinin apaçık görünüşüne bir defa ulaştıktan sonra, hareketlerinin hakiki kaidesini onlar bulacaklardır. 

Varoluşçuluğa bizim anlayışımıza daha uygun şeklini veren ikinci öncü ise Saint Augustin. Bu yaklaşımın bize uygunluğu hristiyan olan bu filozofun varlıktaki özü Allah'ın bilgi ve iradesine bağlamasından kaynaklanıyor. 

Kavramcı Özcülük

Eşyanın özel değil genel hallerini tanıyan, bunları sıfatlar olarak kabul eden ve bunların başka bir alemde değil insanın zihninde bulunduğunu kabul eden bir anlayış. Ahlakı bu temel üzerine kuran öncü ise Aristo. Ahlaki yaşayışı, insan tabiatına ve insanlık özüne uygun yaşayış olarak tanımlıyor. 

Burada da Eflatun-Saint Augustin ilişkisine benzer bir durum Aristo-Saint Thomas arasında var. Saint Thomas da bu düşünceyi hristiyan kabullerine göre tahsis ediyor. 

Rönesanstan sonra ilimler felsefeden ayrılmaya başlayınca Descartes ve Bacon, Aristo-Saint Thomas hükümlerinden kurtulup yeni bir akım öne sürdüler ancak onlar da nihayetinde özü aramanın peşine düştüler. İki asır sonra Comte pozitivist bir bakışla genel kanunların kurulmasını teklif etti. Ferdi ve özel durumlar yine ele alınmıyor, genel üzerinde kanunlar belirlenmesi isteniyordu. Özün ifadesini ele alan matematik ve fizik ilim olarak kabul edilirken, özlere ait araştırma içermeyen tarih ve coğrafya ise ilim olarak kabul edilmedi. Bunlar sadece bazı varlıkları ve var oluşları tutmakla yetindiler. İlim özün bilgisidir, varoluşların değil. 

Varoluş Felsefesi

Bu felsefe varlıkların genel, ortak özellikleri ile ilgilenmiyor, aksine her birinin özel halleri üzerinden dünyayı tanımlama çabasını benimsiyor. Ortak özellikler, genel kabuller, tabular ile yapılan bir bakışın her bireyin kendi iç hayatının gerçekliğini ortadan kaldırdığını söylüyor. Yine bu nedenle de kapsayıcı olarak bu felsefeyi güden Kierkegaard, Simone De Beauvoir, Gabriel Marcel, Sartre ve daha bir çoğu düşünürlerin her birinin felsefesini de birbirinden ayırmak mümkün. Hal böyle olunca bu felsefeyi bir sistem haline getirmek mümkün olmamış, düşünürler eserlerini roman ve dram şeklinde vermişlerdir. Hatta Kierkegaard ölümünden sonra fikirlerinin bir sistem haline dönüştürülmeye çalışılacağından büyük endişe ve korku duymuştur. Sadece Heidegger fikirlerini sistemleştirmiştir.

Kierkegaard, Descartes'in "düşünüyorum öyleyse varım" sözüne itiraz ediyor. Düşünce gerçeklikten, varlıktan kaynaklanırken, varlığı düşünceye bağlamayı reddediyor. Sartre varoluşu şöyle tanımlamış; "Eşyadaki varoluş alelade hallerde kendini bizden gizliyor. Etrafımızda duruyor, bizde barınıyor, ondan bahsetmeden iki kelime söylemenin imkanı yok. Öyle iken ona temas edemiyoruz." Bu bana şunu hatırlattı; "o kadar açıktasın, apaçık ortadasın ki seni göremiyorum". 

Halkın düşüncesi kendisine saadet getiren eşyanın üzerinde yığılıp kalıyor. Filozofları da mücerret (soyut) düşünüş varoluştan uzaklaştırıyor. Hepimiz iç yaşayışımızda, alemşümul (evrensel) tiplerin pek muayyen (belirli) hususi (özel) hallerini tanımak istiyoruz, onda biricik, ifade edilmez ve anlaşılmaz olanı unutuyoruz. 

Hayret üzerine...

Aristo: İlim hayretle başlar.

Pascal: Ötede olmayıp da burada bulunuşumdan hayret ve dehşet duyuyorum. Zira ötede olmayıp da burada bulunmam, sonra olmayıp da şimdi var olmam için ortada hiçbir sebep yok.

Maine De Brand: Düşünen her varlıkta yarattığı hayretle, bizzat kendi varlığının büyük sırrına ermemek mümkün müdür?

Gabriel Marcel: Varoluş hayretten ayrılamaz. 

Buraya dikkat !

Gerçekten varolmak için kendi varlığını seçmek lazımdır, demiştik. Gerçekten var olmak için kendi hür iradesiyle istediği hali bir defa seçmek ve o halde karar kılmak kafi değildir. Bizde varoluşu istenen hal, sertleşen ve artık değişmeksizin kendimizde kalan bir hal kazandı mı, varoluş ortadan kalkar, kaybolur. Varoluş vücudun daima dışında kalır. Varoluşun baki kalması için, her an yaptığımız seçimlerin neticesi olarak meydana gelen varlıkta, onun gizlediği imkanları meydana çıkararak, olmak istediğimiz hale ait seçimleri hiç durmadan yapmamız lazımdır. Varoluş, katilik kazanmış, gayeye ulaşmış bir hal tanımaz. Varoluş, var olan herşeyin daima ötesine geçmektir. 
    
Ateist Varoluşçuluk

Bu görüşün başını Sartre çekiyor. Varoluşu seçimlere yani özgürlüğe dayandıran Sartre, kendisini çaresiz bırakan durumları da kendi seçimi ve sorumluluğu olarak tanımlama yoluna gittiği noktada çelişkiye düşüyor. Seçim varsa sonunda sıkıntı olmaması gerekir ancak Sartre'a göre var. Kanımca burada eksik kalan rıza olsa gerek. Rızayı bir seçim olarak görseydi, insanın başına gelenlerin tümünü kendi seçimlerinin sonucu olarak görmek mecburiyetinde kalmazdı. 

Varolanın tanınandan ibaret olduğu, tanımanın esas olduğu, tanınmayanın varlığından bahsetmenin saçma olduğu kabulü tanıyanın diğerleri tarafından tanınmadığı ve dolayısıyla saçmalığa iade olunduğu sonucuna varıyor. Sartre'in bu görüşü sonunda herşeyin anlamsızlığını kabule mahkum kalıyor. 

Hristiyan Varoluşçuluğu

Öncüsü Pascal olan bu akım protestan elaminde Kierkegaard'ı, katolik aleminde Gabriel Marcel'i ortaya çıkarmıştır. 

Varoluş daima kendini geçmek suretiyle kendi kendini yapmaktır. Mütemadiyen kendi kendini geçmekte olan insanın bu ilerleyişte hedefi ne olabilir? Daha fazla oluş için atılışında ona istikamet veren kendisine bağlanmış bulunduğu mutlak varlığın hareketidir. Bu, kişinin nefs mücahedesi ile kendisini Allah'ın isimlerinin tecellisine hazırlamasından başka birşey değil. 

Hareket Felsefesi

M. Blondel: Hareket insanla Allah'ın bir terkibidir.

Kafa, kalp ve kol... Bunları arzumla vermeliyim, yoksa bunları benden alacaklardır.

Şuurda hürriyet olmaz hürriyet harekettedir. Şuurda çokluk ve ancak hürriyet imkanı vardır. Şuur birliğe erişince harket olmak ister ve er geç bu dilek hareket olur. Hürriyet hareketle zaruri olarak gözükür. Şuur, birbirine zıd yaşayabilen unsurların çokluğudur. Bu çokluk, dileğin deruni bir nüsg içinde azar azar yol alarak; dalları kesilmesiyle yalnız kendisinin inkişafı neticesinde birliğe kavuşur. 

(nüsg: bitkilerin topraktan azar azar çektikleri su, besi suyu)

İnsan çoğu zaman istediğini yapmıyor veya istemediğini yapıyor. Şuur harekete hükmetmedikçe ruhun ilerlemesi mümkün değil. Çünkü hareket bir süre sonra şuuru da etkiliyor. Yapılan bir hareketin bir sonraki adımlarda yeni hareketler doğuracağı gerçeği, şuurun istemsiz yapılan bir hareketin esiri olacağını gösteriyor. İnsan, fert, hareketlerinden ibaret hale geliyor. 

Nice insanlar kendi kendilerinin mahbusu olarak, ilk hatalarının yüklediği mukadderi taşıdılar, veya gülerek oynamağa başladıkları role sonunda mübtela oldular. İstenmiş olan bir hareketin manasızlığı hiçbir zaman söylenmez. Ancak hareketle ruh vücud kazanır ve vücud ruh kazanır. 

Daha dün şöyle birşey duymuştum; 

Beden olduğu için ruh vardır, beden secde ettiği için ruh yol bulur, yol alır. 

Mutlak iyilik, bütün irade ancak kendiliğimizden istemediğimiz şeyde, bizde ve bizden Allah'ın istediğinde bulunabilir. Hareketin hayatı böyle elde edilir. Ya Allah'sız veya Allah'a karşı gelerek istemek, ya da Allah'ı istemek; yani ya hareketin ölümünü ya da hayatını istemek. İnsan bu iki haddeden birini seçmeğe mecburdur. 

Hareket şuur için zaruridir.
İbadet irade için zaruridir. 

Hareketin bulunmadığı yerde Allah yoktur. O nerede görünürse Allah oradadır. 


17 Aralık 2015 Perşembe

OKUMA NOTLARI: İslam ve İnsan - Mevlana ve Tasavvuf / Nurettin Topçu



Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.



Eski devir, ruhlardaki ilk ve tabiatla birlikte kaynayış ve imanlara dalış mevzuu olan san'atları yasak ediyordu. Yeni devir, bir imandan doğan müsbet ilmi, gerçek kaynağından ayırıp menfaate bağladıktan sonra onunla birlikte korkunç materyalizmi ruha mabut yapmak isteyerek ibadeti unutturdu. San'atla ibadetin her ikisine de muhtacız, ibadete san'atın kapısından girilir. 

- o -

Aristo felsefesi ile kıyas mantığını tek hakikat kaynağı olarak benimsedikleri için Farabi ve İbni Sina gibi düşünürleri islamda skolastik düşüncenin temsilcileri olarak görüyor ve eleştiriyor. Şekle bağlılığı ve üstatların fikirlerini sorgulanamaz şekilde kabullenmeyi skolastik düşüncenin önemli iki karakteri olarak görüyor ve sorunlu buluyor. Kuran'ın Aristo felsefesine göre tefsir edildiğini, uyuşmadığı yerlerde görmezden gelindiğini veya uydurulduğunu söylüyor. Gazali bu düşünceyi eleştirirken İbni Rüşt ise savunmuş. Bu arada, islamla ters düştüğü için felsefenin ulema tarafından reddine sebebiyet veren Aristo'dan sonra, Platon gibi islamla örtüşen bir çok felsefeci ve felsefe sistemi geldiyse de olan felsefeye oluyor. 

Diğer yandan Gazali'nin açtığı çığır da kelam ilminin ağırlık kazanmasına yol açıyor. Bu da bir çözüm olamıyor çünkü kelamcı alimler arasında doğan fikir ayrılıkları ictihad kapısını kapatıyor ve üstelik skolastik düşünceye karşı oluşan bu akıma dahil alimler de Aristo'nun kıyas mantığını bir de acemice kullanarak dini tamamen tekrarcılık ve üstadlara şekli bir bağlılık üzerine geliştirerek hapsediyor. 

Dini hayatın sağlıklı temellendirilmesine imkan vermeyen bu kalıplaşmış yapıya çözüm olarak düşünmeye, eleştirel yaklaşmaya, bilgiyi iç alemde yorumlayarak eşyadan edinilen tecrübeyi dünyadan bağımsız şekilde anlamlandırma gayretine, şekli dinden öteye geçip hayatın her anını iç alemde yaşanan bir mücadele olarak kavrayabilmeye, yani nihayetinde tasavvufa değiniyor. Aristo, Demokrit, Descartes gibi Gazali'nin fikirleri üzerine de birşeyler koyulabileceğini, her düşüncenin ve düşünürün geliştirilmesi gerektiğini, düşünme bahsinde durağan kalarak taklitçilikten öteye geçilemeyeceğini söylüyor. 

Bu devri kapatmakla başlayacak islamın uyanış çağı, peygamberler devrinin ahlak ve imanıyla, dünya ilim ve felsefesinin ulaşabildiği zirvelerde, tasavvufun bayrağı altında ilan edilecektir.  

- o -

Biz bir ahlak tarihinin çocuklarıyız; ne ırk ne iktisad endişeleri ahlakımızı sarsamaz. Ruh ve ahlakımızla kabre varacağız, onlarla ebediyete ulaşacağız. 


- o -

Fakir ile mazluma olduğu gibi, zenginin ruhundaki sefalete ve günahkarın bizzat kendi nefsine karşı zulmedici haline acımasını bilmeyen biri dindar olamaz. 

- o -

Mevlana Celaleddini Rumi Hazretlerinde, Eflatun ve hocası Sadrettin Konevi etkisiyle temellenen vahdet-i vücud görüşünün zirveye ulaştığını anlatıyor. Bu arada İmam Rabbani Ahmed-i Serhendi Hazretlerinin vahdet-i vücuda itirazıyla yine doğrudan vahdet-i vücuda ulaşmış olması hoşuma giden bir çelişki oldu. Çelişkiler dünyasına dönen alemimde yalnız olmadığım hissinden midir bilmem, sevindim. Hal bu ki; ne yalnızlığı? Yalnız olmak için alemde ikilik gerekiyor. Oysa sadece O var, ne ben ne İmam Rabbani O'nun aksinden başkası değiliz. Sadece İmam Rabbani'den yansıması benimkinden güzel. Olsun bana da "la tahzen" dememiş miydi...

"Demir nasıl ateşe girince ondan farksız olur ve 'ben ateşim' derse, ilahi tecelliye uğrayan kul da kendi benliğinden geçmiş olduğu halde 'ben hakkım' der." 

- o -

Alparslan'ın, Kılıçarslan'ın, Fatih'in, Yavuz'un fetihlerinde kılıçtan önce kalemin ve kalbin etkili olduğunu, manevi fetihten sonra, kılıcın fethinin kalıcılığa eriştiğini anlatıyor. Fatih'in fethinden sonra Haçlı Seferlerini durdurmak için Papa'ya koşan hristiyan ulemasının, "biz halimizden memnunuz, eğer gelirseniz bizi de karşınızda bulacaksınız" deyişi bunun en önemli örneği olarak veriliyor ve Mevlana ile Yunus da getirdikleri bütüncül vahdet-i vücud anlayışıyla Anadolu'nun manevi fethini mühürleyen isimler olarak zikrediliyor. Burada yazarın, manevi atletizm olarak tanımladığı kendiyle mücadele kavramının, her bireyce benimsenmesiyle sosyolojik bir yapıya dönüştüğü ve toplumsal hale geldiği anlaşılıyor. Riyazet, yani maddeden ve hırslardan geçiş de toplumun kapsayıcılığı ve gönüllerin fethi kapısını açıyor. Bugünün ulemasının sahip olmadığı bu anlayışın halkça daha çok sahiplenildiğini ve coğrafyamızda yaşanan siyasi duruma doğrudan etki etmekte olduğunu görüyoruz. 

- o -

Kitabın sonundaki ek kısmında önemli noktalar var;

Öncelikle vahdet-i vücud anlayışını savunan ve reddeden ariflerin büyüklüklerine ve isimlerine bakılırsa biri diğerine ağır basacak durumda değil. Sadece Abdulkadir Geylani (k.s.) Hazretlerinin bir tarafta, Muhyiddin Arabi (k.s.) Hazretlerinin diğer tarafta olduğunu bilsek bizim açımızdan konu kapanır. Keşif ile erişilen hallerin keşfedenden başkasına açılmadığından hareketle ancak yoluna düşebiliriz. 

İnsanları üçe ayırıyor; Allah'ı bulan ve O'na yarananlar; bunlar hem akıllı hem bahtiyarlar. O'nu arayan ancak bulamayanlar; akıllı ama bedbaht olanlar. Ne arayanlar, ne bulanlar; hem akılsız hem bedbaht olanlar. 

Allah'ı tanıyanları da ikiye ayırıyor; zihni seviyeleri ne olursa olsun mütevazi olanlar, bir de hakikati görebilecek ruhi kuvvete sahip olanlar. 

Kitap boyunca ibadetin şekli unsurlarında kalanlara yönelik eleştirilerinin yoğunluğu ve içe yönelme üzerinde duruşu, dini yaşayışa ilişkin ibadeti öteleyen bir fikre mi sahip sorusunu akla getirse de son bölümde dindar insanın ibadetten uzak kalmasının düşünülemeyeceğini, iddiasının ispatının ibadet olduğunu açıklıyor. Din piskolojisi ile ilgili bölümde bireylerin yaşayışlarının toplumun yaşayışını etkilediği gibi toplumsal dini hayatın bireyleri yönlendirdiğini de söylüyor. İlaveten her daim toplumun dini hayatının ilerisine geçme, ahlaki yükselme ve özle irtibat sağlama iddiasında olanların olması gerektiğini söylüyor. 

Paskal, Schleiermacher, Kierkegaard, Heidegger, Newman, Olle-Lapurne, Blondel, Bergson gibi ilim adamı ve düşünürlerin içsel yolculukları ve inanç üzerine tanımları hakkında kısa bilgiler veriyor ve özellikle Bergson'un iç alemine ilişkin beyanlarına dayanarak sadece islam veya hristiyan dünyasında değil, tüm alemde öze yolculuğun vazgeçilmez bir yol tutuş olduğunu ve buna kabiliyeti olanların var olduğunu söylüyor.