Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.
Bergson, ahlakı sosyal ahlak ve insani ahlak olarak ikiye ayırıyor. Kendimizi mecbur hissettiğimiz zaman birinci ahlaka, mecburiyeti kendimizde yarattığımız zaman ikinci ahlaka bağlandığımızı söylüyor. Sosyal ahlak diğerlerinin bizi değerlendirmesine dayandığı için sahte ve yetersiz. İnsanı ahlak ise içten gelen bir değerlendirmeye bağlı ve dış dünyadan tamamen bağımsız olduğu için değerli. İnsani ahlak sahipleri ancak kahramanca bir mücadele ile aşka ulaşmış kimseler. Sosyal ahlak sahipleri kapalı ruhlar, insani ahlak sahipleri ise açık ruhlar. Buradan hareketle açık ruh ahlakına sahip İncil ahlakı ve İsa ile Sokrat'ı özdeşleştiriyor. Önemli bir ifadesi; benliğin yayılıp genişlemesiyle insani ahlaktan sosyal ahlaka geçilemiyor. Yanlış anlamıyorsam buradan, ideal toplumsal ahlak için her bireyin insani ahlak mücadelesi vermesi zarureti çıkıyor ve bu imkansız.
Aynı konuya kitabın son bölümünde yer verilmiş ve burada sosyal ahlaktan kapalı ahlak, insani ahlaktan açık ahlak olarak bahsedilmiş. Bu ikisi arasında geçiş olamayacağı fikrini kabul edilemez bulmuş ve bir çıkış yolu arayışına girmiştim ki yazarın da benimle aynı görüşte olduğunu son bölümde gördüm.
Aynı konuya kitabın son bölümünde yer verilmiş ve burada sosyal ahlaktan kapalı ahlak, insani ahlaktan açık ahlak olarak bahsedilmiş. Bu ikisi arasında geçiş olamayacağı fikrini kabul edilemez bulmuş ve bir çıkış yolu arayışına girmiştim ki yazarın da benimle aynı görüşte olduğunu son bölümde gördüm.
Bu bağlamda dinleri de ikiye ayırıyor; statik din ve dinamik din. İlk dinler olan statik dinler insanı topluma bağlıyordu, dinamik dinler ise toplumdan ayırıyor, insanlığa bağlıyor. Hind'de ve Yunan'da mistisizm kendinden geçme ve temaşa halini yaşattı ancak hareket yoktu. Hareketin de dahil olmasıyla gayesine ulaşan mistisizme ancak hristiyanlık döneminde ulaşılabildiğini söylüyor. Büyük mistiklerin ruhlarındaki hareketleri anlattığı bir bölümde bazı ifadeleri önemli;
Vecd halinin üstünde duran farkına varılmaz bir sebepsiz sıkıntı, bu halin üzerine iniyorve gölgesi imiş gibi ona bağlanıyor. Bu sebepsiz sıkıntı, hatta sonraki haller meydana çıkmasa bile, gerçek ve tam mistisizmi, kendisinin önceden hazırlanmış taklidinden veya hazırlık halinden ayırt etmeye kafi gelecektir. Bu sebepsiz sıkıntı, büyük mistik ruhunun, bir seyahatin sonuna ermiş gibi, vecd halinde durup kalmadığını göstermektedir.
İslamda tasavvuf adını alan, islamın özünü ve asıl yapısını teşkil eden mistisizm, Bergson'a göre hayatın sırrını ve akıbetimizin muammasını da çözmeye kabiliyetlidir.
Vecd halinin üstünde duran farkına varılmaz bir sebepsiz sıkıntı, bu halin üzerine iniyorve gölgesi imiş gibi ona bağlanıyor. Bu sebepsiz sıkıntı, hatta sonraki haller meydana çıkmasa bile, gerçek ve tam mistisizmi, kendisinin önceden hazırlanmış taklidinden veya hazırlık halinden ayırt etmeye kafi gelecektir. Bu sebepsiz sıkıntı, büyük mistik ruhunun, bir seyahatin sonuna ermiş gibi, vecd halinde durup kalmadığını göstermektedir.
İslamda tasavvuf adını alan, islamın özünü ve asıl yapısını teşkil eden mistisizm, Bergson'a göre hayatın sırrını ve akıbetimizin muammasını da çözmeye kabiliyetlidir.
- o -
Yaratma sevinci her sevincin üstündedir. ...Bu sürurun en yüksek şekli, alimin, sanatkarın, filozofunkidir; şüphesiz, bu adamlar zaferin okşayışlarına ulaşmaktan aciz değillerdir.; lakin eğer alim, sanatkar ve filozof şöhretin arkasından koşacak olurlarsa, bu, onların canlı bir eser yaratmanın mutlak huzuruna sahip olamayışlarına alamet sayılmalıdır. Onlara bu teminatı verin, hemen onların kendi isimleri etrafındaki gürültüye pek az bağlandıklarını göreceksiniz.
- o -
Kitabın son bölümünde sanat üzerine, anlayabildiğim daha sade bir açıklama var;
Dış dünyanın olduğu gibi sezilişi olan estetik sezgi, dış dünyaya bizi bağlayan, onunla aramızdaki bütün menfaat bağlarının koparılması demektir. Bizim gözlerimizden hakiki realiteyi örten pratik menfaatlerimizdir. Eğer realite duyularımızla şuurumuza doğrudan çarpmış olsaydı, eğer biz hem eşya ile hem de kendi kendimizle doğrudan doğruya temasa girebilseydik sanat faydasız birşey olacaktı, yahut daha doğrusu hepimiz sanatkar olacaktık; çünkü o zaman ruhumuz tabiata her yaklaşmasında sürekli olarak sarsılacaktı...
... Hakikatta yaşamakla ne kadar meşgul olursak, bakmaya o kadar az meyyal olduğumuzu ve hareket zaruretlerinin görüş sahamızı daralttıklarını göstermek kolaydır. Sanatkar ise hareket zaruretlerinden tamamen sıyrılarak, eşya ile menfaatsiz, alakasız temasa geliyor. Sanat böylece realitenin doğrudan doğruya görünüşü oluyor....
... Fakat bu gayeye ulaşmak bir anda kabil olmuyor. Başlangıçta, sanatkara kendini gösteren henüz realite değil, temayüllerimiz cinsinden müphem birşey, renkli bir kaç leke, birkaç çizgi, bir kitabın idare edici fikri, bir meselenin güçlükle seçilen halli veyahut da haricileşmek isteyen derin bir histir. Henüz bu sentez yaşamakta iken gelecek olan yaratmanın nasıl olacağını sanatkar önceden kestiremiyor. Önceden ne tür taslaklar yapmış olsa bile, o bize mutlak surette hangi akıbette karar kılacağını söyleyemiyor. Çünkü hakiki sanat eseri yaşanmış olan eserdir.
Henüz yaşanmamış olan eseri, dış dünyadan her an yenisi gelen bilgilerin etkisinde kalarak değişmeye mahkum olduğu için hakiki olarak görmüyor. Nihayetlenme anında ise eserin, sanatçının iradesi dışında kendini zorla kabul ettiren bir yapıyla belirdiğini söylüyor.
- o -
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder