18 Aralık 2018 Salı

KURU YEMİŞÇİLER HAFTASI ETKİNLİKLERİ




Bir kuru yemişçiler haftasını daha geride bıraktık. Her yıl olduğu gibi envai çeşit kuru yemişler okullara taşındı, konuyla alakası olmayan birkaç pankart ve slogan eşliğinde afiyetle yendi. Bu kuru yemişlerin eskiden hangi bölgelerimizde yetiştiğinden bahsedildi, bugünlerde nerelerden ithal edildiği öğrenildi. Fiyatlardaki fahiş artışlar velileri zorlasa da Ahmed Cevdet Paşa'nın iki yüz elli yıllık hatırasına hürmeten şartlar zorlandı.

Bir gün mutlaka aklı selim bir eğitimci bu gidişata dur diyecek, olmazsa bir müdür, bir öğretmen çıkıp, talimatları böyle alışılagelmiş ama işe yaramaz bir biçimde yerine getirmektense bu işin hakkını vererek yapmak gerektiğini düşünecektir. İşte o zaman, o yerli malı haftasında sınıfa leblebi, fıstık, fındık değil ülkenin her yanındaki fabrikalarda üretilmekte olan ürünlerden birer örnek veya en azından resimleri gelecektir. Onlar üzerine konuşulacaktır. Neler yapılabildiğini gören çocukların zihinlerinde neler yapılabileceğine dair fikirler uyanacak, çarklar dönmeye, kıvılcımlar çakmaya başlayacaktır. 


Ekrana doğan, sanal dünyayı, sayısal sistemleri kullanmayı doğuştan biliyor hissi veren bugünün çocuklarına yerli malı olarak sadece yemişleri sunmak, onun çevresine dar sınırlar örmekten başka işe yaramamaktadır. "Yerli malı" denince çocuğun zihninde canlananlar, biraz büyüdüğünde ona bu ülkede yürüyecek bir yolu olmadığını düşündürecektir. Kullandığı ithal teknoloji ürünleri ve bunları kullanırken maruz kaldığı yabancı dil nedeniyle beyninden önce gönlü göçecektir uzaklara. Nitekim her yıl kutlanan yerli malı haftasına rağmen çocuklarımızda yerli malına yönelim de görülmemektedir. Bu haftayı böyle göstermelik bir şekilde yılda bir hafta kutlamak yerine, öğretmenler tarafından velilerden istenen kırtasiye ürünlerinin veya her gün hazırlanan beslenme çantası içeriğinin yerli ürünlerden oluşması gerektiği çocuklara telkin edilirse, fabrikalara, meralara, tarlalara geziler düzenlenirse sonuç alınacaktır. Üretimin getirileri, çevreye etkisi, üretmenin verdiği mutluluk gözle görülerek anlaşılacaktır. 

Yerli üretimi güzellemenin bir yolu da ithal ürünlere verilen paranın nereye gittiği, kimlerin eline geçtiği veya en azından bizim elimizden nasıl çıktığı üzerine dramatik çalışmalar yapmaktır. 

Yerli malı haftasını değiştiremeyen bir bakışın, izlemek ve yakınmakla yetinip harekete geçmeyen tembel bünyelerin, işletme körlüğünü eğitim sisteminde yaşayan eğitimcilerin yerli tüketimi de yerli üretimi de teşvik edebilecek kudreti yoktur. Bundan on yıllar sonra kurulacak fabrikaların temelleri bugün sınıflarda atılır. Bugünden tezi yok bir sonraki kuru yemişçiler haftasını gerçek bir yerli malı haftasına dönüştürmek için tefekküre başlamayı tavsiye ediyorum. Talep eden her eğitimciye gönüllü, yerli, milli, ücretsiz danışmanlık hizmetini memnuniyetle vereceğimi temin ederim.

10 Kasım 2018 Cumartesi

ANDROİT MİSİN OĞLUM SEN?




AndroİT misin oğlum sen?

Bugün her doktor sağlık sistemi ile hastası arasında, her öğretmen eğitim sistemi ile öğrencisi arasında, her avukat adalet sistemi ile müvekkili arasında, her özel sektör çalışanı kurumsal sistem ile müşterisi arasında, her memur devlet sistemi ile vatandaşı arasında en yetkin bir karar merciidir ve insandan yana verilen her karar hepimizi mutlu ederken sistemden yana verilen her karar hepimizden alır, götürür o sistemi kuranların cebine bırakır. Her birimizin her gün defalarca önümüze gelen seçim; en hafif tabiriyle sisteme alet olmak, biraz daha ağır tabiriyle sistemin bir parçası, en ağır tabiriyle sistemin adamı olmak veya insan olmak arasındadır.

Yapay zeka yani robotlar insanlaşacak mı diye tartışırken farkında olamadığımız insanların daha önce robotlaşacağıdır. Robotlaşmışlardır bile. Gerek yoktur artık robotların zahmet etmesine. Biz onlarla onlarda buluşuruz. “Sistemimiz böyle” der işin içinden çıkar artık insan. Ona yazmışlardır çünkü ne diyeceğini. Hatta ne duyarsa duysun ne anlayacağını da yazmışlardır yatay zekasına. Hiçbir iniş çıkış göremezsiniz o zekada. Çıldırsanız tepki veremez, çok zorlarsanız error verir. Bayılsanız ayıltamaz, su yerine şarj verir. Sisteme başvurur, sistemde cevabı olmayan sorulara cevap veremez. Mümkünü yok size hak veremez. Hak veren yazılımı yoktur, doğuştan mevcut kodlarını da nereye koduğunu bilemez, arasa bulamaz. İnsanlığını sistemin vestiyerine asmış öyle girmiştir iş yerine. İnsaniyet dedektöründe öten adaleti sistemin muhafızlarına bırakmıştır çıkışta geri almak üzere. İçerde insanın hükmü yoktur. Kendi de yoktur. Müşteri vardır ve sistem vardır. Ve hep sistem kazanır. Hep sistemin kazandığı bir masada işini yapana ise doktor, öğretmen, avukat, memur tüccar, müşteri temsilcisi denmez, krupiye denir. Hiçbir meslek icrasına ve icracısına bakılmaksızın, meslekliğiyle kutsal değildir elbette ama hiçbir mesleğin çöküşü de bu kadar derine olmamalıdır. Sistem kazandığında sadece müşteri değil aradaki adam da kaybetmektedir kurtardığı gün dışında herşeyini. Hastasını kaybetmektedir. Öğrencisini, müvekkilini, vatandaşını, tedarikçisini, müşterisini kaybetmektedir. Yem etmektedir sisteme.

Dur senin için biraz yorulayım, elimden geleni ardıma koymayayım, en azından bir dakika düşüneyim demediğinde gün çalmaktadır ondan, aylarını soldurmakta, güneşini batırmakta, yıllarını heba etmektedir. Oysa bizim insanımız pratik zekalıdır en klişesinden ve sıcaktır da kardeş gibi, can gibi. Optik lensleri hipnozuna zum yapmamışsa göz göze geldiğinde her sorunu çözer o insanlık. Ve aslında kolaydır da bu, daha az çaba ister yokuşa saban sürmekten.

Konuyu somutlaştırmadan bu ahenkle bitirmek isterdim ama derdin neydi diyecekler için robotlaşmayı seçenlerin serbest düşüşünden bir kaç misal şuracığa bırakayım;

Derdim; üçüncü kattan düşse paraşütü açılacak, hava yastığı açılacak, acil durumda roketleme sistemiyle yumuşak iniş yapacak şekilde paketlenmiş kargoyu teslim alırken müşterisinden “yetersiz paketlenmiş olan kargonun sorumluluğu göndericiye aittir” yazısına imza atmasını isteyen kargocu. O zaman sigortalayalım diyen müşteriye “sistemimizde böyle bir uygulama yok” diyen sistemin çakal çocuğu.

Derdim; antibiyotik kullanımında dünya şampiyonuyuz diyen sağlık bakanlığının, her seferinde üç yancısıyla birlikte antibiyotik yazan doktoru. Her seferinde, itinayla promosyonlu dörtlü seti pazarlayan sağlık temsilcisi.

Derdim; kaza yapıp anlaşamayan iki vatandaşın arasını insanca bulmak, onları kuralın adaletinde buluşturmak yerine görevden kaçınma yazılımlarına başvuran robokoplar.

Derdim; sistemin açıklarını müvekkilinin üzerine kapatmaktan çekinmeyen şeytanın avukatları. Ücreti peşin peşin tahsil edip savunma hizmeti yerine avunma hizmeti verenler.

Derdim; kağıt üstünde tüm görevlerini yerine getirip de müşterisinin evladını yetiştirmeyi unutan öğretmen. Müfredata göre yatan, kalkan, kahvaltı yapan, maaş alan.

Derdim; bir cümle daha az kuracak diye vatandaşı kapı kapı dolaştıran memur fosili. Puan sistemi askıda kaldığı için hâlâ koltuğunda oturabilen dinozor.

Derdim; kendi kurumsal şirketinde mesai arkadaşlarıyla yaptığı yazışmaya cevap alamadığı halde muhatabını o döngüye sokmaktan zevk alan kımıl zararlısı.

Derdim; KDV indirimi gelecek diye bayisine henüz göndermediği malın faturasını önden kesen kurumsal sapık. Notu da var; “ama siz müşterinize indirimli KDV'den keseceksiniz haaaa” diyor ve hemen sonrasında da yüzsüzlüğünde yumuşattığı tükürüğe “yarabbi şükür”.

Bunlar hep sistem. Bu sistem yavaş yavaş sana sızıyor, kodlarını işliyor. Kodunu oturtur, yerinden kalkamazsın bak. Şimdi sistem mi insan mı? Karar ver artık. AndroİT misin oğlum sen?


6 Ekim 2018 Cumartesi

KURUMSAL YÜZSÜZLÜK



Küreselleşme ve akabinde kurumsallaşma kavramlarının ülkemizde ilk zikredilişleri biz seksenler neslinin yeni yetmeliğimize denk gelmiştir. O günden bu güne durmaksızın küreselleştik ve kurumsallaşmaya gayret ettik. Bugün etrafımız kurumlarla dolu. Ve geçen otuza yakın yılın ardından belki de bu konunun bir muhasebesini yapmamız gerekiyor. Bu süreçte kurumsallaşmanın bizlere kazandırdıklarından bahsetmek isteyenler için sonsuz sayıda yorum kutucukları bu yazının altında emrinize amade. Ama ben kaybettirdiklerinden muzdaribim. Büyüyünce mühendis olurum diye düşünüyordum, tercih yaparken mi kaydırdım nedir muzdarip oldum. Bunu meslek edindim. Zira her yanımızı çeviren, tekelleşen, zalimleşen kurumlar ve o kurumların sorumsuzluk alanını ahlaksızlıklarına cirit sahası edinen yüzsüzler yüzünden bizlere muzdarip olmak düşüyor. 

Kurumsallaşmış, adıyla sanıyla, devasa binalarıyla, fesat karıştırdıkları ihalelerle, yerine getirmedikleri taahhütlerle, dayattıkları şartlarla, acımasız rekabetçi yapılarıyla, her noktaya uzanan kollarıyla hayatımızı işgal eden firmalara değil, o fasit bünyeye her bir hücreleri ile uyum sağlayan çalışanlarına sağlı sollu girişeceğim, kusura bakmayınız. 

Bir sabah "döneceğim ben sana" ile başladı bu yıkım. Öğlen oldu dönmediler, ikindi oldu dönmediler. Hiç dönmediler. Bir süre sonra dönülmez akşamın ufkunda kayboldu gitti sözün kıymeti. Sonra "bizimle çalışmak istiyorsanız şartlar bunlar..." ile devam etti. Her büyük firmanın ancak güvenle o büyüklüğe ulaşmış olacağını düşünen bizler bir süre sonra dünyanın değiştiğini kabul ettik. Ve bir süre daha sonra da artık hiçbir büyük firmanın güvenilir olmadığına ikna olduk! Yavaş yavaş bu düzenin bir parçası olmaktan kurtulmamız gerektiğini düşünmeye başladığımızda ise fark ettik ki ne büyük firmalardan başka müşteri kalmış ne de tedarikçi. Bir kurumlarıyla hammaddeyi veriyorlar, ameliyeyi heveslilere pay ediyorlar ve sonra da diğer bir kurumlarıyla hazır ürünü istedikleri fiyattan alıp istedikleri fiyattan satıyorlar. Yani kurumun stratejisi sömürüye dayanıyor. Evet buraya kadarından patron sorumlu ve ondan elbette hiçbirimizin umudu yok. Az bir umudumuz varsa o da bu kurumların çalışanlarındandır. Çünkü onlar arasında halen kan emmeye başlamamış olanları vardır.

Bu kurumsal kişilikler - kişilik dediğimize bakmayın, analiz etsek eser miktarda kişiliğe rastlayamayız - gün oluyor müşteri olarak karşımıza çıkıyor, gün oluyor devlet dairesi olarak, belediye olarak, gün oluyor satıcı olarak. Ama nasıl karşılaşırsak karşılaşalım bizden alacağı varsa canlanıyor, vereceği varsa ölü taklidi yapıyor.  Artık bir maruzatınız olduğunda telefonlarınıza cevap veren kimse bulamıyorsunuz. Bir yapay gerizekayla muhatap olma deneyimine tekrar tekrar tahammülünüz varsa şansınızı deniyorsunuz. Umut fakirin ekmeği ve son lokması hiç bitmiyor. Biz insanları hayatta tutan şey bu. Yok eğer karşınızda insan olduğundan şüphelendiğiniz bir yaşayan organizma varsa telefonlarına ulaşamadığınız için veya her daim "dönüyor" olduğu için e-posta ya da kısa mesaj atıyorsunuz, "okundu"ğuyla kalıyorsunuz. Çünkü karşınızdaki hep okur ama döner döner binaya okur. Tabii tabii tam olarak şöyle oluyor; biz bir e-posta gönderdiğimizde kurum çalışanı o e-postayı sesli olarak kuruma okuyor. Kurum dediğimiz binadan ibaret, içinde ruh olmayan bir tüzel kişilik olduğundan binadan cevap gelmeyince de "demek ki..." diyor, "verilecek cevap bu; sessizlik". Biz de cevabımızı binadan almış oluyoruz. Yalnız belli ki bina arada bir o aracı arkadaşa bastırıyor. "Bu sefer benim bir sorum var, talebim var, gereğini çabuk yap" falan diyor. Maruzat kurumun olunca görevi binanın tercümanlığından ibaret olan o arkadaş cana geliyor, şevke geliyor, işliyor, parıldıyor. Kendisini canlı canlı yakaladığınız o anda terbiyesizlik eder de görmezden gelinen taleplerinizi hatırlatırsanız, hele bir de bunlar haklı taleplerse işinizi yokuşa sürecek tüm imkanlarını kullanıyor, sizi çıkmaz sokaklara sokuyor ve bundan da keyif alıyor. Amerika'nın müttefiklerine davrandığı gibi davranıyor.

Çok mu yüklendim size kurumsal arkadaşlar? Ben sizlere yıllardır tahammül ediyorum, biraz sıkın dişinizi canım. Sizde can olmadığından dişinizi sıkın. Az diş sıkıntısı bizim yaşadığımız onlarca, yüzlerce mağduriyetten evladır. Zaten şunun şurasında sizdeki etkisi beş dakika sürmez. Ya bunları hiç okumazsınız, ya da okursunuz "okundu"ğuyla bile kalmaz, geçer gider. Ne de olsa sizleri hiç tanımıyoruz. Karşımızda yüzünüz yok. Adınız sanınız var, onun da bir kıymet-i harbiyesi yok. Olsaydı hanginiz adına yakıştırırdı bu sorumsuzlukları? Ne de olsa o kurumda çalıştığınız sürece sizin maaşınızdan başka bir düşünceniz yok. Ne de olsa ölene kadar orada çalışacaksınız ve kimseye karşı şahsi bir sorumluluğunuz olmayacak! Ve sanıyorsunuz ki bunların hiçbir hesabı yok. Bunların hiçbir önemi yok. Sadece sanıyorsunuz! O işler öyle değil. Döner dolaşır önünde sonunda karşınıza çıkar. Mağduriyetini umursamadığınız, benden gitmesin de ona ne olursa olsun dediğiniz insanların yaşadıklarını türlü türlü yaşarsınız. Eksiğiyle, fazlasıyla yaşarsınız. Yaşadığınızda da "neden benim başıma geldi?" dersiniz. Oysa siz bunu hiç hak etmemiştiniz. Bunlar hep size haksızlık! Hak sadece size lazımdır. Adalet sadece sizin işinize gelendir. Kurumunuz ne diyorsa odur. Sizin bu işlerde hiçbir sorumluluğunuz yoktur. Siz o şemsiyenin altında, gölgede rahatsınızdır. Hayır! O sesinizi çıkartmadığınız, sadece uygulamakla yükümlü olduğunuzu düşündüğünüz, ölçüp biçip adalet terazisinde tartma gereği duymadığınız her haksız uygulama sizden de sorulacak. Size de dönecek. Hatta hepsinin müsebbibi bildiğiniz patron da suçu size atacak. "Benim haberim yok, bunlar böyle yapmış" diyecek. Kaldınız mı dımdızlak? Çünkü kötülük böyle işler. Kötülük sahiplenenin üzerinden yürür, yayılır. Sahibinin peşini de hiç bırakmaz. Sadakatle ömrü boyunca ona tutunur.

"Kime, ne anlatıyorsun?" diye düşünenler için bu umudu hala neden koruduğumu izah edeyim. Geçenlerde bir hastanenin bankosunda bir vatandaştan haksız bir ödeme talep edildiğine şahit oldum. Bankodaki iki görevli sanki babalarını savunuyormuş gibi kurumun bu ödemeyi almaktaki gerekçelerini sıralıyorlar, muhatap vatandaş ise kabul etmiyordu. Çünkü kabul edilecek bir gerekçe yoktu. Bankodaki görevlilerin öyle bir zan içinde olmaları veya kendilerini nefer edecek kadar kurumun kelamını ayet kabul etmeleri bunu değiştirmiyordu. Bir süre sonra vatandaş darala, sıkıla mücadeleyi bıraktı, çok içten serzenişlerle ve dayatılanı kabul etmeksizin oradan uzaklaştı. Rahata eren görevliler de bana dönerek vatandaşın ne kadar anlayışsız bir insan olduğundan dem vurmaya başladılar. Sakince saçmaladıklarını yüzlerine vurdum ve yüzde yüz haksız oldukları halde kendilerini haklı olduklarına inandırmış olduklarını açıkça söyledim. Yaşadıkları dumuru atlattıktan sonra "sizler de hastalanırsınız ve bu ihtisas hastanesinden başka bir hastanede aynı muameleyi görürsünüz, o zaman sakın ha sesinizi çıkarmayın. Kurum ne istiyorsa verin." dedim. Birinin umurunda olmadı ama öbürü yerinde taş gibi ağırlaştı. İşte o ağırlık vicdandandır. O vicdanı bu kurumlardaki her iki kişiden birinde değil, her on kişiden birinde görsek bu düzen değişir. İçinde vicdan kırıntısı kalmış, hepimiz gibi çiğ süt emmişse de işi kan emiciliğe vardırmamış arkadaşlara hitaben bir uyanış, bir silkiniş, bir öze dönüş çağrısı olması niyetiyle selam ediyorum. Dönmeyin. İnsanın geldiği yerden geri dönmeyin. İnsan kurumdan gelmedi. Kurum sizlerden oluşuyor. İnsanı kurum var etmedi. Bilakis yok etti. Yok oldunuz. Olmayın. Tavrınızı koyun. Adaleti sağlayın. Hakça davranın. Kurumlar size muhtaçken sizler kuruma muhtaç olmayın. Bugün kendi kurumunun zulmüne boyun eğen yarın başka kurumlarınkine de boyun eğer. Böyle rahat ediyorsanız da insanlıktan bahsetmeyin. Boyun eğerek rahatını sağlayan en sadık dostlarımızı da çok seviyoruz elbette. Onlara şiddete hayır. Bu konuda acilen yeni yasalar, daha ağır cezalar çıkmalı.



1 Ekim 2018 Pazartesi

İSRAF HANGİ DERSİN KONUSU?



Yeni bir eğitim sistemini tartışırken soyut kavramların havalarda uçuşmasından sıkılmış bir çocuk ve genç gönüllüsü olarak yakaladığım, somut bir öneri sunma imkanı olan her meseleye değinmeyi bir görev addediyorum. Bu bağlamda yazdığım bu üçüncü yazıda dünyanın gidişatı hakkındaki umutlarımızı körelten, elimizde tuttuğumuz ama görmezden gelebilmek için arkamıza saklayıp durduğumuz israf meselesine değinmek isterim.

İsraf sadece din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin konusu olarak önlerine geldiğinde belli ki çocuklarımız için sadece bir not unsuru oluyor ve bir kulakla öbür kulak arasında geçirdiği zamanı da israf ederekten hayatlarından çıkıyor. Oysa doğrudan bir öğesi oldukları bu meseleyi tıpkı bir külliyat haline getirdiğimiz havuz problemleri gibi matematik dersinde somutlaştırabiliriz. Önünde sonunda düşünmelerini gerektirecek defaatle karşılarına çıkartabiliriz. Dört işlem, kesir, oran-orantı konularına tema yapabilir, zihinlere kazınır ve hayata dokunur şekilde öğretebiliriz. 

Cemlerin evinde her gün çeyrek ekmek bayatladığı için çöpe atılmaktadır. Somalili Banji'nin evine ise ancak üç günde bir tam ekmek girmektedir. Cemler ekmek israf etmeseydi Banjiler her gün ne kadar ekmek yiyebilirdi?

Cevap:  1/4 + 1/3 = 7/12

Bir de şöyle soralım;

Aslı banyo yaparken ve ellerini yıkarken harcadığı vaktin 1/5'inde suyu boşa akıtmaktadır. Oysa Sudanlı Dalila günde en az 3/4 litre su içmesi gerekirken su bulamamaktadır. Aslı günde ortalama 15 litre su harcadığına göre Dalila gibi kaç çocuğun mutlaka içmesi gereken suyu israf etmektedir?

Zor değil ama ağır bir cevap: (15 x 1/5) / 3/4 = 4

Dünyada 800.000.000 (sekizyüz milyon) insan açlık çekiyorken her yıl 1.300.000.000 ton (yanlış değil tam bir milyar üç yüz milyon ton) gıda israf edilmektedir. İsraf edilen gıdayı aç insanlara dağıtabilseydik her 1 aç insana günde kaç kg yemek düşerdi?

Bakın bakın, cevaba bakın: (1.300.000.000 x 1000) / 800.0000.000 / 365 = 4,45 kg. 
Yani bir insan evladının mümkünü yok yiyemeyeceği kadar.

İsraf rakamlarının da ihtiyaç rakamlarının da ne kadar iyimser verildiğini fark etmişsinizdir. Bunu bazı özel çocukları duygusal açıdan fazla yıpratmamak adına alınmış bir tedbir olarak kabul edin. Eğer bugüne kadar onlardan biri olamadıysanız da artık olmaya gayret edin çünkü bu hesap, şaşmaz bir terazi ile önümüze geldiğinde sınavı geçememe ihtimalimiz günden güne yükseliyor. Şimdi anlamsızca dolup boşalan havuzları bir kenara bırakıp, hiç varılamayan B noktasını da aşarak israf problemlerini matematik dersinin ana temalarından biri yapmaya ne dersiniz? Vicdan sahibi matematik öğretmenlerimiz amatörce hazırlanmış bu sorulardan, her yaş grubu ve konu ağırlığına uygun olarak daha dokunaklı ve daha zihin açıcı nicelerini üretecektir. Üstelik eğer sorularını gerçek sayılara dayandırmak isterlerse ellerinde geniş bir veri tabanı da olacak. Artık hayata dair sorunları, dallar arası ilişkilerini de kurarak ele alma zamanı geldi. Bizim çocuklarımız matematiği sosyolojiyle, coğrafyayı tarihle, robotik kodlamayı ahlak bilgisiyle birleştirmek zorunda olacak bir neslin üyeleri. Onları çağa uygun yetiştirmeye aklımız erdiğince kafa yormalı ve bir yerden başlamalıyız. Gerisini onlar halledecektir. 




17 Ağustos 2018 Cuma

BİR YABANCI DİL OLARAK TÜRKÇE!

Gelecekçilerin kabul görmüş bir öngörüsüne göre yakın zamanda yabancı dil bilmek önemini yitirecek. Çünkü yüksek doğrulukla anlık çeviri yapabilen cihazların piyasaya çıkması an meselesi. Üstelik bir dil için de değil, tüm diller için. "Bir lisan bir insan" noktasından "bir cihaz bin bir insan" noktasına ilerliyoruz. Ancak biz bu öngörüyü gözardı ederek çocuklarımızın eğitiminde yabancı dile ağırlık vermeye devam ediyoruz. Eğitim müfredatında işlevsel bir yabancı dilin yer alması elbette doğru ve gerekli ancak ağırlığının diğer temel bilimleri ve genel kültürü geride bırakacak şekilde artırılması o kadar doğru değil. Yabancı dil gereksinimi teknolojik imkanlarla karşılanabilir hale geldiğinde diğer yeterlilik ve yetenekleri açısından eksik kalacak gençler yetiştiriyor olabilir miyiz?


Diğer bir önemli soru ise; bu teknolojik tercümanlar devreye girdiğinde, bizi anlamayacakları bir dil kullanmaya doğru mu gidiyoruz. George Orwell'ın 1984'ünde bahsettiği gibi, yıldan yıla bazı kelimelerin yasaklanarak yok edildiği bir "yenisöylem" sözlüğü mü üretiyoruz? Ya da üretilen bu kısır yenisöylemin memnuniyetle kullanıcısı mı oluyoruz? Derinliği ve genişliği olan dilimizin kelimelerinden vazgeçip sığ bir dile tenezzül ettikçe belli düşüncelerin içerisine sıkışmayı umarsızca kabul ediyoruz. Düşünme yetimizi kısıtlıyor, gelişmeyi değil gelişenleri takip etmeyi hedefliyoruz.

Yabancı kültürlere dair eserleri takip etme, onları tanıma, farklarımızı tespit etme ve değerlendirme, üstünlüklerinden faydalanıp üstünlüklerimizi aktarma eylemlerini de içeren daha kapsamlı bir iletişim şeklini yabancı dili konuşmaya tercih etmemiz gereken bir döneme doğru gidiyoruz. Türkçe'mizi yabancı bir dile dönüştürmeden önce bir daha düşünelim. Çocuklarımızı doğru ve etkin dille yazılmış kitaplara yönlendirerek bilgi, tecrübe, duygu, düşünce ve dil dağarcıklarının genişlemesine yardımcı olalım.

KİTAP FUARI NASIL GEZİLMEZ!



Kitap fuarlarımızın sayısı her geçen yıl artıyor. Daha fazla şehrimiz kitap fuarlarıyla tanışıyor. Özellikle çocuk kitapları söz konusu olduğunda kitap fuarlarının ziyaretçi kitlesi ikiye ayrılmış durumda. Haftaiçi yapılan okul gezileri vesilesiyle gelen ziyaretçiler ve genellikle haftasonları gelen aileler. Bu iki ziyaretçi kitlesinin davranışları arasında büyük bir fark var ve sanılanın aksine aile kitlesi daha bilinçli. Okul yönetimlerinin, muhtemelen Milli Eğitim Bakanlığı yönlendirmesiyle kitap fuarlarını ziyaret ettiği ve bunu, kağıt üzerindeki bir zorunluluğu bir an önce yerine getirme güdüsüyle yaptığı fikri doğuyor. Zira fuar alanlarında, peşine öğrencileri dizmiş, sergiden sergiye koşan öğretmenler görüyoruz. Kimi zaman yarım veya en iyi ihtimalle bir saatlik bir tur atıyor, bir kaç fotoğraf çektirip herhangi bir kitapla veya yayıneviyle ilişkiye girmeksizin alanı terk ediyorlar. Ellerine bir kaç lira tutuşturulmuş çocukların içeriğine bakmaksızın ucuz kitap arayışları ise bir başka içler acısı durum.

Oysa bu gezileri verimli hale getirmek çok da zor değil. Evet, farkındayız; zamanınız az, veliler tarafından çocuklara verilen para çok kısıtlı. Bu durumda bir öğretmen veya okul yöneticisi basit bir hazırlık yapabilir. Hemen akla gelen bir iki öneriyi sıralayalım;

1- Çocukların ellerindeki paraları eşit miktarda toplayalım. 1 veya 3 TL ile dişe dokunur bir kitap alamazsınız ancak 20-30 öğrenciden toplanmış 1 veya 3 TL'ler ile en az 2, belki 3-4 kitap satın alabilirsiniz. Bu kitaplar sınıfın kitabı olur ve yıl boyunca sırayla her öğrenciye okuması için emanet edilebilir. Böylelikle tüm çocuklarınızın bu kitapları okuduğundan da emin olursunuz.

2- Her sınıf farklı kitap alırsa, bu kitaplar daha sonra sınıflar arasında değiştirilerek veya okul kütüphanesi oluşturularak, daha fazla öğrenciye de ulaştırılabilir.

3- Fuar öncesinde küçük bir araştırma yaparak öğrencilerinizin yaş gruplarına ve ilgi alanlarına hitap eden bir kaç kitap tespit edip, kısıtlı zamanınızda bu kitapların bulunduğu sergileri ziyaret edebilir, yayınevlerinden kitapları hakkında fikir alabilirsiniz. Onlarca serginin önünden tren yapıp koşarak ve fotoğraf çektirerek geçmektense bir kaç sergi ziyaret edip, kitaplara dokunarak, onları inceleyerek, onlar ve yazarları hakkında bilgi alarak fuardan ayrılmak daha faydalı olacaktır.

4- Ziyaretlerinizi önceden ilan edilen yazar imza günlerine denk getirerek çocukların yazarlarla iletişim kurmasını, onlarla kısa da olsa sohbet etmelerini sağlayabilirsiniz. Kitap almak veya gezi yapmaktan çok daha etkin bir ufuk açma, özendirme, meraklandırma yöntemi olabilir. Hem çocuklar hem yazarlar için deneyim olur.

Bunlar, konu üzerine birkaç dakikalık bir düşünme zahmetiyle bulunan çözümler ve her birinin de mevcut uygulamadan iyi olduğu açık. Nesillerimizi emanet ettiğimiz öğretmenlerimizden daha fazlasını da bekleyebiliriz.