6 Ekim 2018 Cumartesi

KURUMSAL YÜZSÜZLÜK



Küreselleşme ve akabinde kurumsallaşma kavramlarının ülkemizde ilk zikredilişleri biz seksenler neslinin yeni yetmeliğimize denk gelmiştir. O günden bu güne durmaksızın küreselleştik ve kurumsallaşmaya gayret ettik. Bugün etrafımız kurumlarla dolu. Ve geçen otuza yakın yılın ardından belki de bu konunun bir muhasebesini yapmamız gerekiyor. Bu süreçte kurumsallaşmanın bizlere kazandırdıklarından bahsetmek isteyenler için sonsuz sayıda yorum kutucukları bu yazının altında emrinize amade. Ama ben kaybettirdiklerinden muzdaribim. Büyüyünce mühendis olurum diye düşünüyordum, tercih yaparken mi kaydırdım nedir muzdarip oldum. Bunu meslek edindim. Zira her yanımızı çeviren, tekelleşen, zalimleşen kurumlar ve o kurumların sorumsuzluk alanını ahlaksızlıklarına cirit sahası edinen yüzsüzler yüzünden bizlere muzdarip olmak düşüyor. 

Kurumsallaşmış, adıyla sanıyla, devasa binalarıyla, fesat karıştırdıkları ihalelerle, yerine getirmedikleri taahhütlerle, dayattıkları şartlarla, acımasız rekabetçi yapılarıyla, her noktaya uzanan kollarıyla hayatımızı işgal eden firmalara değil, o fasit bünyeye her bir hücreleri ile uyum sağlayan çalışanlarına sağlı sollu girişeceğim, kusura bakmayınız. 

Bir sabah "döneceğim ben sana" ile başladı bu yıkım. Öğlen oldu dönmediler, ikindi oldu dönmediler. Hiç dönmediler. Bir süre sonra dönülmez akşamın ufkunda kayboldu gitti sözün kıymeti. Sonra "bizimle çalışmak istiyorsanız şartlar bunlar..." ile devam etti. Her büyük firmanın ancak güvenle o büyüklüğe ulaşmış olacağını düşünen bizler bir süre sonra dünyanın değiştiğini kabul ettik. Ve bir süre daha sonra da artık hiçbir büyük firmanın güvenilir olmadığına ikna olduk! Yavaş yavaş bu düzenin bir parçası olmaktan kurtulmamız gerektiğini düşünmeye başladığımızda ise fark ettik ki ne büyük firmalardan başka müşteri kalmış ne de tedarikçi. Bir kurumlarıyla hammaddeyi veriyorlar, ameliyeyi heveslilere pay ediyorlar ve sonra da diğer bir kurumlarıyla hazır ürünü istedikleri fiyattan alıp istedikleri fiyattan satıyorlar. Yani kurumun stratejisi sömürüye dayanıyor. Evet buraya kadarından patron sorumlu ve ondan elbette hiçbirimizin umudu yok. Az bir umudumuz varsa o da bu kurumların çalışanlarındandır. Çünkü onlar arasında halen kan emmeye başlamamış olanları vardır.

Bu kurumsal kişilikler - kişilik dediğimize bakmayın, analiz etsek eser miktarda kişiliğe rastlayamayız - gün oluyor müşteri olarak karşımıza çıkıyor, gün oluyor devlet dairesi olarak, belediye olarak, gün oluyor satıcı olarak. Ama nasıl karşılaşırsak karşılaşalım bizden alacağı varsa canlanıyor, vereceği varsa ölü taklidi yapıyor.  Artık bir maruzatınız olduğunda telefonlarınıza cevap veren kimse bulamıyorsunuz. Bir yapay gerizekayla muhatap olma deneyimine tekrar tekrar tahammülünüz varsa şansınızı deniyorsunuz. Umut fakirin ekmeği ve son lokması hiç bitmiyor. Biz insanları hayatta tutan şey bu. Yok eğer karşınızda insan olduğundan şüphelendiğiniz bir yaşayan organizma varsa telefonlarına ulaşamadığınız için veya her daim "dönüyor" olduğu için e-posta ya da kısa mesaj atıyorsunuz, "okundu"ğuyla kalıyorsunuz. Çünkü karşınızdaki hep okur ama döner döner binaya okur. Tabii tabii tam olarak şöyle oluyor; biz bir e-posta gönderdiğimizde kurum çalışanı o e-postayı sesli olarak kuruma okuyor. Kurum dediğimiz binadan ibaret, içinde ruh olmayan bir tüzel kişilik olduğundan binadan cevap gelmeyince de "demek ki..." diyor, "verilecek cevap bu; sessizlik". Biz de cevabımızı binadan almış oluyoruz. Yalnız belli ki bina arada bir o aracı arkadaşa bastırıyor. "Bu sefer benim bir sorum var, talebim var, gereğini çabuk yap" falan diyor. Maruzat kurumun olunca görevi binanın tercümanlığından ibaret olan o arkadaş cana geliyor, şevke geliyor, işliyor, parıldıyor. Kendisini canlı canlı yakaladığınız o anda terbiyesizlik eder de görmezden gelinen taleplerinizi hatırlatırsanız, hele bir de bunlar haklı taleplerse işinizi yokuşa sürecek tüm imkanlarını kullanıyor, sizi çıkmaz sokaklara sokuyor ve bundan da keyif alıyor. Amerika'nın müttefiklerine davrandığı gibi davranıyor.

Çok mu yüklendim size kurumsal arkadaşlar? Ben sizlere yıllardır tahammül ediyorum, biraz sıkın dişinizi canım. Sizde can olmadığından dişinizi sıkın. Az diş sıkıntısı bizim yaşadığımız onlarca, yüzlerce mağduriyetten evladır. Zaten şunun şurasında sizdeki etkisi beş dakika sürmez. Ya bunları hiç okumazsınız, ya da okursunuz "okundu"ğuyla bile kalmaz, geçer gider. Ne de olsa sizleri hiç tanımıyoruz. Karşımızda yüzünüz yok. Adınız sanınız var, onun da bir kıymet-i harbiyesi yok. Olsaydı hanginiz adına yakıştırırdı bu sorumsuzlukları? Ne de olsa o kurumda çalıştığınız sürece sizin maaşınızdan başka bir düşünceniz yok. Ne de olsa ölene kadar orada çalışacaksınız ve kimseye karşı şahsi bir sorumluluğunuz olmayacak! Ve sanıyorsunuz ki bunların hiçbir hesabı yok. Bunların hiçbir önemi yok. Sadece sanıyorsunuz! O işler öyle değil. Döner dolaşır önünde sonunda karşınıza çıkar. Mağduriyetini umursamadığınız, benden gitmesin de ona ne olursa olsun dediğiniz insanların yaşadıklarını türlü türlü yaşarsınız. Eksiğiyle, fazlasıyla yaşarsınız. Yaşadığınızda da "neden benim başıma geldi?" dersiniz. Oysa siz bunu hiç hak etmemiştiniz. Bunlar hep size haksızlık! Hak sadece size lazımdır. Adalet sadece sizin işinize gelendir. Kurumunuz ne diyorsa odur. Sizin bu işlerde hiçbir sorumluluğunuz yoktur. Siz o şemsiyenin altında, gölgede rahatsınızdır. Hayır! O sesinizi çıkartmadığınız, sadece uygulamakla yükümlü olduğunuzu düşündüğünüz, ölçüp biçip adalet terazisinde tartma gereği duymadığınız her haksız uygulama sizden de sorulacak. Size de dönecek. Hatta hepsinin müsebbibi bildiğiniz patron da suçu size atacak. "Benim haberim yok, bunlar böyle yapmış" diyecek. Kaldınız mı dımdızlak? Çünkü kötülük böyle işler. Kötülük sahiplenenin üzerinden yürür, yayılır. Sahibinin peşini de hiç bırakmaz. Sadakatle ömrü boyunca ona tutunur.

"Kime, ne anlatıyorsun?" diye düşünenler için bu umudu hala neden koruduğumu izah edeyim. Geçenlerde bir hastanenin bankosunda bir vatandaştan haksız bir ödeme talep edildiğine şahit oldum. Bankodaki iki görevli sanki babalarını savunuyormuş gibi kurumun bu ödemeyi almaktaki gerekçelerini sıralıyorlar, muhatap vatandaş ise kabul etmiyordu. Çünkü kabul edilecek bir gerekçe yoktu. Bankodaki görevlilerin öyle bir zan içinde olmaları veya kendilerini nefer edecek kadar kurumun kelamını ayet kabul etmeleri bunu değiştirmiyordu. Bir süre sonra vatandaş darala, sıkıla mücadeleyi bıraktı, çok içten serzenişlerle ve dayatılanı kabul etmeksizin oradan uzaklaştı. Rahata eren görevliler de bana dönerek vatandaşın ne kadar anlayışsız bir insan olduğundan dem vurmaya başladılar. Sakince saçmaladıklarını yüzlerine vurdum ve yüzde yüz haksız oldukları halde kendilerini haklı olduklarına inandırmış olduklarını açıkça söyledim. Yaşadıkları dumuru atlattıktan sonra "sizler de hastalanırsınız ve bu ihtisas hastanesinden başka bir hastanede aynı muameleyi görürsünüz, o zaman sakın ha sesinizi çıkarmayın. Kurum ne istiyorsa verin." dedim. Birinin umurunda olmadı ama öbürü yerinde taş gibi ağırlaştı. İşte o ağırlık vicdandandır. O vicdanı bu kurumlardaki her iki kişiden birinde değil, her on kişiden birinde görsek bu düzen değişir. İçinde vicdan kırıntısı kalmış, hepimiz gibi çiğ süt emmişse de işi kan emiciliğe vardırmamış arkadaşlara hitaben bir uyanış, bir silkiniş, bir öze dönüş çağrısı olması niyetiyle selam ediyorum. Dönmeyin. İnsanın geldiği yerden geri dönmeyin. İnsan kurumdan gelmedi. Kurum sizlerden oluşuyor. İnsanı kurum var etmedi. Bilakis yok etti. Yok oldunuz. Olmayın. Tavrınızı koyun. Adaleti sağlayın. Hakça davranın. Kurumlar size muhtaçken sizler kuruma muhtaç olmayın. Bugün kendi kurumunun zulmüne boyun eğen yarın başka kurumlarınkine de boyun eğer. Böyle rahat ediyorsanız da insanlıktan bahsetmeyin. Boyun eğerek rahatını sağlayan en sadık dostlarımızı da çok seviyoruz elbette. Onlara şiddete hayır. Bu konuda acilen yeni yasalar, daha ağır cezalar çıkmalı.



1 Ekim 2018 Pazartesi

İSRAF HANGİ DERSİN KONUSU?



Yeni bir eğitim sistemini tartışırken soyut kavramların havalarda uçuşmasından sıkılmış bir çocuk ve genç gönüllüsü olarak yakaladığım, somut bir öneri sunma imkanı olan her meseleye değinmeyi bir görev addediyorum. Bu bağlamda yazdığım bu üçüncü yazıda dünyanın gidişatı hakkındaki umutlarımızı körelten, elimizde tuttuğumuz ama görmezden gelebilmek için arkamıza saklayıp durduğumuz israf meselesine değinmek isterim.

İsraf sadece din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin konusu olarak önlerine geldiğinde belli ki çocuklarımız için sadece bir not unsuru oluyor ve bir kulakla öbür kulak arasında geçirdiği zamanı da israf ederekten hayatlarından çıkıyor. Oysa doğrudan bir öğesi oldukları bu meseleyi tıpkı bir külliyat haline getirdiğimiz havuz problemleri gibi matematik dersinde somutlaştırabiliriz. Önünde sonunda düşünmelerini gerektirecek defaatle karşılarına çıkartabiliriz. Dört işlem, kesir, oran-orantı konularına tema yapabilir, zihinlere kazınır ve hayata dokunur şekilde öğretebiliriz. 

Cemlerin evinde her gün çeyrek ekmek bayatladığı için çöpe atılmaktadır. Somalili Banji'nin evine ise ancak üç günde bir tam ekmek girmektedir. Cemler ekmek israf etmeseydi Banjiler her gün ne kadar ekmek yiyebilirdi?

Cevap:  1/4 + 1/3 = 7/12

Bir de şöyle soralım;

Aslı banyo yaparken ve ellerini yıkarken harcadığı vaktin 1/5'inde suyu boşa akıtmaktadır. Oysa Sudanlı Dalila günde en az 3/4 litre su içmesi gerekirken su bulamamaktadır. Aslı günde ortalama 15 litre su harcadığına göre Dalila gibi kaç çocuğun mutlaka içmesi gereken suyu israf etmektedir?

Zor değil ama ağır bir cevap: (15 x 1/5) / 3/4 = 4

Dünyada 800.000.000 (sekizyüz milyon) insan açlık çekiyorken her yıl 1.300.000.000 ton (yanlış değil tam bir milyar üç yüz milyon ton) gıda israf edilmektedir. İsraf edilen gıdayı aç insanlara dağıtabilseydik her 1 aç insana günde kaç kg yemek düşerdi?

Bakın bakın, cevaba bakın: (1.300.000.000 x 1000) / 800.0000.000 / 365 = 4,45 kg. 
Yani bir insan evladının mümkünü yok yiyemeyeceği kadar.

İsraf rakamlarının da ihtiyaç rakamlarının da ne kadar iyimser verildiğini fark etmişsinizdir. Bunu bazı özel çocukları duygusal açıdan fazla yıpratmamak adına alınmış bir tedbir olarak kabul edin. Eğer bugüne kadar onlardan biri olamadıysanız da artık olmaya gayret edin çünkü bu hesap, şaşmaz bir terazi ile önümüze geldiğinde sınavı geçememe ihtimalimiz günden güne yükseliyor. Şimdi anlamsızca dolup boşalan havuzları bir kenara bırakıp, hiç varılamayan B noktasını da aşarak israf problemlerini matematik dersinin ana temalarından biri yapmaya ne dersiniz? Vicdan sahibi matematik öğretmenlerimiz amatörce hazırlanmış bu sorulardan, her yaş grubu ve konu ağırlığına uygun olarak daha dokunaklı ve daha zihin açıcı nicelerini üretecektir. Üstelik eğer sorularını gerçek sayılara dayandırmak isterlerse ellerinde geniş bir veri tabanı da olacak. Artık hayata dair sorunları, dallar arası ilişkilerini de kurarak ele alma zamanı geldi. Bizim çocuklarımız matematiği sosyolojiyle, coğrafyayı tarihle, robotik kodlamayı ahlak bilgisiyle birleştirmek zorunda olacak bir neslin üyeleri. Onları çağa uygun yetiştirmeye aklımız erdiğince kafa yormalı ve bir yerden başlamalıyız. Gerisini onlar halledecektir.