29 Aralık 2014 Pazartesi

İYİ, KÖTÜ ve SAF

İlk andan son ana, zerreden evrene, tüm karşılaşmaların sebebi bu savaştır yaşanan. 

Varoluşun iki tarafı var, ama dört taraftarı. 


İyiliğe bile isteye hizmet eden iyiler, kötülüğe bile isteye hizmet eden kötüler. 


Bir de saflar. İyilerin safları ve kötülerin safları. 


Bunlar duruma ve konuya göre taraflarını seçer ancak aslında neye hizmet ettiklerini bilmezler. 


Savları ya anlık ya da nefsanidir. 


En iyisi iyi olmaktır. 


Ondan sonra safların iyilerinden olmak, sonra safların kötülerinden olmak. 


En kötüsü ise kötü olmaktır. 


"Herkes kendine göre iyidir" deme, kötüler kendilerini bilirler. 


Başkalarını kandırırlar ama kendilerine samimidirler. 


Saflardan değilsen sen de onları tanırsın. 


"Ben iyilerdenim" de deme, saflar arasına girersin. 

İyilerden olmanın tek yolu ise doğru yolu talep etmektir. 


Bilemediğini bildirenden, göremediğini gösterenden. 


İsteyen için umut vardır, "benim" diyen için yok. 


11 Aralık 2014 Perşembe

OKUMA NOTLARI: Devlet / Platon


Hocası Sokrat'ın, insandan köklenip ideal devleti kurma niyetiyle şekillendirdiği düşüncelerini tartıştığı sohbetlerini anlatan Platon'un eserinde ilk 5 kitapta insanlığın temel soru ve sorunlarının 2500 yıldır değişmediğini, tekrar tekrar hiç yaşanmamışçasına baştan yaşandığını farkettim. 

6. kitap bölümünde bazı ifadeler dikkatimi çekti;

Tanrı ve insan işlerini bütünüyle kavramaya uğraşıp duran bir ruh küçüklükle bağdaşmaz. Düşünceleri yücelere yükselen, bütün varlıkları, bütün zamanlarla birlikte seyreden kişi, insan hayatına önemli bir şey diye bakmaz. Bu nedenle filozof yaradılışlı diyeceğimiz adamların hiçbir aşağılık tarafı olmamalıdır. Ölümü korkulacak birşey olarak görmez. Korkak, aşağılık bir yaradılış da felsefeye erişemez. İçinde aç gözlülük, aşağılık, gösteriş, korkaklık olmayan bir insan geçimsiz haksız da olmaz. Öyleyse bilim (insan ve tanrı ilminden bahsediyor) sevenle sevmeyeni ayırt etmek için kişinin genç yaşında doğru ve geçimli, yada geçimsiz ve hırçın olup olmadığına bakacaksın. Bunun yanında sağlam bir bellek, incelik, ölçü ve öğrenme kolaylığı olacak. 

Bu tanımı yaptıktan sonra bu yaradılışa sahip kişinin binde bir geldiğinden ve bunların da çoğunun bozulmalarından bahsediyor. Bu bozulmanın etkenlerini ise şöyle sıralamış;

Öncelikle yaradılıştan taşınması gereken şartlar olarak saydığı yiğitlik, ölçülülük ve bunlara benzer beğenilen değerlerin aynı zamanda kişiyi yakan, yıkan şeyler olması. Sonra güzellik, zenginlik, beden gücü, devlet ve aile bağları. Bütün bunları taşıyan kişinin uğrayacağı zarar taşımayanın uğrayacağı zarardan büyük olur. Bir nevi azdan az, çoktan çok gider mantığı. Öyleyse en iyi yaradılış gereğinden başka türlü beslenirse orta yaratılıştan daha kötü olur. En güzel değerlerle yüklü insanlar kötü bir eğitimle kötünün kötüsü olurlar. En büyük suçları, korkunç kötülükleri, orta yaratılışlı insanlar değil, eğitimin bozduğu sağlam yaratılışlılar işler. Cılız bir yaratık ne iyinin ne kötünün büyüğüne ulaşamaz. 

Gelelim asıl noktaya; bu bozulmanın önüne tanrı korumadıkça kimse geçemez. 

Kulun emeğine, inadına, dirayetine, fıtraten taşıdığı bütün erdemlere ve aldığı iyi eğitime rağmen hidayete erdirenin ancak Allah olduğunun bir ayet ile bize bildirilmiş olması ne büyük nasip! Sokrat gibi saatlerce, belki de aylarca, yıllarca kafa yorup, Platon gibi saatlerce, belki de aylarca, yıllarca dinleyip, etrafımızdakileri de ikna etmek gibi bir zahmete katlanmaksızın lutfen bilgilendirilmişiz.

Devamında bu bozulmada en büyük sorumluluğun yine sofistlerde (eğitmenlerde) olduğunu söylüyor. Kendi beğendikleri hareketleri öven, aksini yeren, bunlarla yetersiz kaldığında kepaze eden, mallara el koyan, öldüren sofistler. Bugünün şartlarında bu eylemleri alenen gerçekleştirilen eylemler olarak, bu kişileri de gerçek kişiler olarak değil insanları yaşam standartları ve şartlarıyla zorlayan sistem olarak görmek gerekir.   

Bütün bu olumsuzluklara rağmen fıtratı uygun kişiye verilmesi gereken eğitim üzerine çokça kafa yorup tatmin edici bir çıkış yolu bulamasa da, devlet yönetmeye uygun ideal insanın yetiştirildiğini varsaydığında dahi önemli bir sorunla karşılaşıyor; zevklerin, keyiflerin, heveslerin üzerine çıkartılmış, ağırlıklarından kurtulmuş ruha sahip kişiler baş olma sevdası taşımayacakları için devleti yönetmeye talip olmayacaklar, ve hatta kaçınacaklardır. Diğer yandan da bu değerlere sahip olmadıkları için devleti yönetmeye talip olacak kişiler ise bir ülküleri olmadığı için bu işe elverişli değillerdir. İkinci grubu hiç önemsemeyip üzerinde çalıştığı ilk grup için bulduğu çözüm iyi yetişmiş üstün kişileri toplum için çalışmaya ikna etmek. Sonra tekrar onların eğitimine dönüyor ve çocuklukta beden eğitimi ve müzik, gençlikte matematik, geometri ve astronomi, ilerleyen yaşlarda da dialektik eğitimi yapılması gerektiğine inanıyor. Erken yaşta dialektik ve tartışma içerisine giren bireylerin bu tartışmaları üstün gelme amacıyla, ilerleyen yaşlarda ise doğruyu arama çabasıyla yapacaklarına inandığı için otuzlu yaşlardan önce felsefi ve ilmi tartışmalara girilmesinin engellenmesi gerektiğini söylüyor. Bu dialektik eğitimi için öngörüsü ise 15 yıl. Yani fıtratı uygun ve iyi eğitilmiş kişilerin devlet yönetimi için uygun hale gelmesi 45-50 yaşlarından önce olmuyor. 

O günden sonra bu bilimlerle 2500 yıl geçiren insanlığın halen ideal yöneticiye kavuşamamış olması, bilimin irfan ve sadakat ile harmanlanmamış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Eksik olan; ilahi gerçeğe ait bilgi ve ona bağlılık. Yöneticinin, içinden çıktığı toplumla birlikte o toplumun asıl sahibine de bağlılığı. Kendini sahip değil sahibin sadık hizmetkarı olarak görmesi.

- o -

8. kitapta bugün yaşadıklarımızla birebir örtüşen durumlardan bahsedilmiş;

Kendi kurguladıkları ideal devlet dışında 4 çeşit daha devlet şeklini açıklıyorlar. Birincisi; timokrasi veya timarşi diye adlandırdıkları şeref devleti. Şeref sahiplerinin para düşkünlüğü cimrilik, açgözlülük, rekabet ve dolayısıyla zengin-fakir ayrımının git gide büyümesi sonucunu doğurduğunda oligarşiye yumuşak bir geçiş yaşanıyor. Bu düzende belli bir gelir düzeyinin altındakilerin devlet yönetiminde hiçbir etkisi yok. Oligarşik toplumlarda zengin-fakir arası uçurum açıldığından toplumun bütünlüğünün korunmasını sağlayacak insan bulunamıyor. Zenginler fakirlere güvenemediği için, fakirler ise zenginlere karşı nefret duyduğu için güvenlik zaafı doğuyor. Oligarşiden demokrasiye geçiş tanımı çok ilginç; Bu düzenin başındakiler , kudretlerini mala, mülke borçlu oldukları için, gençlerin hovardalıklarını, baba mallarını harcayıp tüketmelerini kanunlarla önlemeye gitmezler. Çünkü daha zengin, daha hatrı sayılır olmak için bu hovardaları borçlandırıp mallarını ellerinden almak isterler. Böylece toplumda bir sürü işsiz türer, mallarını ellerinden alanlara ve toplumun geri kalanına karşı bir kin besler, onlara kötülük etmek, devleti yıkmak, düzeni değiştirmek üzere yollar ararlar. Bu mutsuz insanları görmezlikten gelen zenginlerse borç verip faiz almaya devam ederler. Onların sermayeleri büyüdükçe toplumda yaban arıları ve serseriler çoğaldıkça çoğalır. (Yaban arıları tanımı gelir için adi suç işlemekten çekinmeyenler için kullanılıyor. Bunun karşılığı ise iğnesi olmayan arılar, yani dilenciler) Bu tür toplumlarda zengin gençler eğlenceye dalar, bedenlerini ve kafalarını işletmekten geri kalır, yumuşar, zevke de acıya da dayanamaz hale gelirler. Bu gençler fakirlerle bir araya geldiklerinde fakirlerde kendine güven ve haset doğar. Sonunda iç savaş çıkar. Fakirler galip geldiklerinde demokrasi kurulur. Görünüşte en güzel düzen budur ancak aslında sınırsız özgürlüklerin getirdiği sınırsız sayıda düzen nedeniyle demokrasi düzenler panayırıdır. Bu düzende insan zorunlu ve yararlı isteklerden, boş ve zararlı isteklere doğru kayar. Saygısızlık nezaket, kargaşa özgürlük, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik olur. Demokrasiyi yıkan da onun en çok arzuladığı şey olur; özgürlük. Halkı yönetenler her yola girmesini beceremez, her istenen özgürlüğü veremez olunca, halk onları suçlar, hain ve oligark diye cezalandırır. Devlet adamlarının dediğini yapan yurttaşlar çıkarsa onlar da kötülenir, aşağılık köle ruhlu insanlar sayılır. Böyle bir devlette özgürlük isteği bütün sınırları aşar. Bu aileye ve bireye de yansır. Baba oğlundan çekinir, kendini babasıyla bir tutan delikanlı, büyüklerini saymaz, çekinmez, hür yaşamak ister. Öte yandan sığıntılar yurttaşlara, yurttaşlar sığıntılara eş olur. Yerli, yabancı ayrılığı da kalmaz. Öğretmen öğrencisinden çekinir, öğrencilerse büyükleriyle olduğu gibi öğretmenleriyle de alay ederler. Heryerde gençler kendilerini yaşlılarla bir sayar onlarla yarışa girerler, yaşlılar da gençlerin hoşuna gitmek için şakacı, eğlenceli olmaya çalışır, genç tavır takınırlar. Sonunda yurttaşlar öyle hale gelir ki, bir yerde baskıya benzer en ufak birşey gördüler mi kızarlar, ayaklanırlar, yazılmış yazılmamış bütün kanunları hiçe sayar, kelimenin tam anlamıyla başına buyruk kalmak isterler. Her aşırılığın ardından her zaman sert bir tepki gelir. Mevsimlerde, bitkilerde, bütün canlılarda böyle olur. Devletlerde ise hepsinden fazla. Aşırı özgürlüğün tepkisi aşırı kölelikten başka birşey olmaz. Ve bu da son devlet düzenini doğurur; zorbalık. 

Anlaşılıyor ki ideal düzenin sırrı sınırsız özgürlük değil, özgürlük ise zevklerin peşinden engellere takılmaksızın koşmak değil. Özgürlük bireyin faydasız isteklerinden sıyrılabilmesi, onu doyumsuzluğa ve mutsuzluğa mahkum eden bağımlılıklarından, bencilliklerinden ziyade bir hayat sürebilmesi. Bedenin değil ruhun hazlarına erişmek özgürlük. Demokrasi ise özgür ruhların, maddeten birbirini itmeyen bireyler olarak aynı ortamda yaşayabilmesi. 





29 Kasım 2014 Cumartesi

OKUMA NOTLARI: Şahbaba / Murat Bardakçı






Kendisinin, kızlarının, damatlarının, dönemin yaver, paşa ve diğer devlet adamlarının hatıraları, mektupları ve arşivlerden kalanlara dayanılarak yazılmış bir Vahideddin araştırması olan bu kitap, yazarın ifadesiyle Sultan 6. Mehmed Vahideddin'in hayatını ve siyasetini resmi tarih çerçevesinin dışında tarafsız bir değerlendirmeye imkan vermesi amacıyla yazılmış. Yazar bir tarih kitabı olmadığını söylüyor ancak Vahideddin ile ilgili en geniş araştırma olduğu söylenebilir. 


- o -

Vahideddin...

Yetim ve öksüz bir çocuk, içine kapanık ama azimli ve çalışkan bir genç, hayatının her döneminde zorluklar çekmiş bir insan, baba Sultan Abdülmecid'in 42. ve son çocuğu, amcasından sonra tahta geçen ağabeyi Abdülhamid Han ile arasında kendinden büyük beş kardeşi daha olduğu için kimilerine göre tahtı ancak rüyasında görebilecek bir varis olan bahtsız Vahideddin. 

Şehzadeliği sırasında İttihat ve Terakki paşalarından Mahmut Şevket Paşa tarafından hakarete uğrayacak, ve hatta polis tarafından tutuklanacak kadar aşağılanmış, geçim sıkıntısı çekmiş, ağabeyi Abdülhamid'den cep harçlığı istemek zorunda kalmış Vahideddin. 

Siyaseti "İngiliz dostluğu, Fransız yakınlığı" üzerine kurulu. O dönemin zor şartlarında İttihat ve Terakki taraftarlarına muhalif bir görüş benimseyen ve "Ali'nin külahını Veli'ye, Veli'nin külahını Ali'ye giydirerek 30 yıl idare ettim" diyen ağabeyi Sultan 2. Abdülhamid Han'ın ve babaları Abdülmecid'in izinden gidiyor. 

Hal edilen, sürgün edilen, hapsedilen padişahların gölgesinde büyüyen, takip edilen, rahatsız edilen, göz altına, kuşatmalara maruz kalan veliahd Vahideddin hakkında ilk göreviyle ilgili Babıali'ye sunulan rapor şaşırtıcı. Avusturya-Macaristan imparatorunun cenaze törenine katılmak üzere Viyana'ya gönderilen Vahideddin'e refakat eden Lütfi Simavi Bey şöyle yazmış;

"... Veliahd hazretleri Viyana'ya yaptıkları bu görev gezisinde, devletin ve milletin şan, şeref ve haysiyetini yücelttiklerini ve kendileriyle temasta bulunanlara kıymetli bir hatıra bıraktıklarını arz etmeyi bir vicdan vazifesi kabul ediyorum."

Bu rapor Talat Paşa'ya okunuyor ve kendisi "Bu satırları başkası yazmış olsaydı inanmazdım, demek ki Vahideddin sandığımız gibi değilmiş." diyor. 
Mustafa Kemal'le tanışması...

Dünya Savaşı'nı kazanacağını düşünen Alman kayzeri 2. Wilhelm Osmanlı hükümdarı'nı, ordularının heybetini göstermek üzere memleketine davet eder. Yaşlı ve hasta olan Sultan Reşad yerine bu görev için de veliahd Vahideddin düşünülür. Yıldırım Orduları kumandanlığından affını isteyerek, atıl durumda memlekete dönen Tuğgeneral Mustafa Kemal de Enver Paşa tarafından Vahideddin'in resmi heyetine atanır. Enver Paşa, hem Almanlarla ittifaka muhalif olduğunu bildiği Mustafa Kemal'in gördüklerinden etkileneceğini ve fikrini değiştireceğini düşünür, hem onu uzakta tutmak ister, hem de başarılarına rağmen atıl kalmasıyla ilgili söylentileri sona erdirmeyi hedefler. 

Mustafa Kemal'in ilk intibası veliahdın yetersiz ve bitkin olduğu yönünde ancak seyahat başlayınca bunun bulunduğu ortam nedeniyle olduğunu, kendisine alan açılması halinde işlerin tersine dönebileceğini anlıyor. Vahideddin de Mustafa Kemal de birbirlerinden faydalanabileceklerini, Enver Paşa ve Almanlara karşı ortak hareket edebileceklerini düşünüyorlar.

Tahta çıkması...

Ne Vahideddin, ne de ittihatçılar birbirlerini sevmiyorlar ancak Sultan Reşad'ın vefatından sonra aralarında geçenlerden anlıyoruz ki saygı ve devlet terbiyesi her iki tarafca da korunuyor. Talat Paşa ve Enver Paşa kendisini tahta davet etmek ve biat etmek için ziyarette bulunuyorlar. "Efendimiz" diye hitap ediyor, elini öperek biat etmek istiyorlar. Ancak düşünmek istiyor. Şartların ağırlığını bildiği için tahtın kendisine hiçbir getirisi olmayacağından emin. Ancak görevden kaçmak da istemiyor, tahtı daha yetersiz gördüğü Abdülmecid'e bırakmak da. Bu nedenle ertesi gün cenaze merasiminden sonra görevi kabul ediyor ve fakat hiçbir etkisinin olmayacağını, tavsiyeden öte bir icraatının da olamayacağını Talat Bey'e bildiriyor. Bütün görevi ve sorumluluğu kendisine tevdi ediyor. Bu durumu açıklarken kullandığı bazı cümleler çok önemli; "Kim ne derse desin ben Talat Paşa'yı vatanperver bilirim" ve "başlamış oldukları cihadı yine kendileri başarabilirlerdi". İtham yok, niyet okuma yok, görüş ayrılıklarından ihanet çıkarmak yok. 

O sırada 57 yaşında idi.

Mustafa Kemal sıkıştırıyor...

Mustafa Kemal tam 5 ayrı zamanda yaptığı görüşmelerde Vahideddin'i ordu kumandanlığını kendi idaresine alması, Enver Paşa'yı azletmesi ve orduya yeni bir kurmay başkanı tayin etmesi konusunda telkin ediyor. Bu telkinler talebe ve ısrara dönüşüyor. Bahsettiği kurmay başkanı ise kendisi. Ancak çekimser ve tedbirli davranarak bir cevap vermekten kaçınan Sultan sonunda bu talepleri reddediyor. Bu reddiyenin arkasında Enver Paşa'nın olduğu açık, bunu yine talebini dile getirdiği bir görüşmeden çıkarken kapıda karşılaştığı Enver Paşa'ya Mustafa Kemal söylüyor, Enver Paşa'da pişkince gülümseyerek kabul ediyor. Ancak kısa süre sonra Vahideddin Mustafa Kemal'in telkin ettiği gibi başkumandanlık sıfatını üzerine alıyor ve kurduğu yeni teşkilatın başına da damadını geçiriyor. Talebin haklılığı karşısında kayıtsız kalmadığını, ancak Mustafa Kemal'e de güvenemediğini, sonuçta böyle bir çıkış yolu bulduğunu anlıyoruz. 

Bu sırada Mustafa Kemal affını isteyerek bıraktığı eski görevi olan 7. Ordu komutanlığına geri gönderiliyor. Kısa süre sonra büyük bir bozgun yaşanıyor ve Şam'dan Adana'ya kadar topraklar kaybediliyor. Sonuç netleşmeden iki hafta önce Mustafa Kemal, Padişah'a ulaştırılmak üzere Padişah'ın fahri yaveri sıfatıyla gizli bir mektup yazıyor. Talebi yine aynı; Talat Paşa'nın istifasıyla çöken İttihat ve Terakki hükümetinin yerine, yeni hükümeti kurma görevinin İzzet Paşa'ya verilmesini tavsiye ediyor ve kendisi de dahil hükümette yer alması gerekenleri tavsiye ettiği bir liste gönderiyor. Hemen ardından takip eden bir telgrafla yine harbiye nazırlığı talebinde bulunuyor. Mustafa Kemal'in kendisi için talep ettikleri dışındakiler yine kabul görüyor veya en azından isabet buluyor. İzzet Paşa hükümeti kuruyor ancak Mustafa Kemal'e yine red cevabı veriliyor. Enver Paşa faktörü reddedilemez bir durum ancak seneler sonra Mekke'de yayınladığı bir bildiride Vahideddin başarısızlıkların faturasını dönemin Bahriye Nazırı Rauf Orbay ve Mustafa Kemal'e çıkartıyor. Red cevaplarının bilinen gerekçeleri de bunlar.

İngiliz dostluğu...

Vahideddin, babası ve ağabeyinin İngilizlerle dostluk, Fransızlarla yakınlık üzerine kurulu siyasetini takip ediyor ancak O'nun döneminde Fransızların etkisi daha az ve İngilizlere karşı bir denge unsuru olarak kullanılabilecek bir Rusya da artık yok. Bu durumda bu siyaset sadece İngiliz dostluğuna kalıyor. Mustafa Kemal'in görüşleri de aynı. Diğer dış düşmanlara karşın İngilizlerin daha barışçıl ve dostane bir hakimiyet politikası güdeceklerini umuyorlar. Bu görüşe sahip bir çok devlet adamı ve komutan da var. Vahideddin yalnız değil.

Ancak İngilizler beklendiği gibi dostane düşünceler içinde değiller ve İstanbul'u Türksüzleştirmenin gayreti içindeler. Padişah'ın ve komutanların en büyük endişesi de bu. Bu ihtimali bertaraf etmek için her yol göze alınmış olabilir. Bu dönemde uzlaşmacı siyasetin teslimiyetçi siyasete dönüşmesinin sebebi bu mudur, bu bir siyaset midir yoksa mecburiyet midir bilemiyoruz. 

Görev ehline veriliyor...

Mütareke sonrası fiili bir işgal olmamasına rağmen İstanbul'u her yeri işgal kuvvetlerince sarılmış durumdaydı ve silahlı mücadeleden başka bir çare kalmamıştı. Büyük bir umutsuzluk ortamı içinde ordunun önde gelenleri Erenköy'de bir köşkte bir araya geldiler ve bu mücadeleyi kimin başlatacağını belirlemeye çalıştılar. Toplantı bitmiş, görev Nuri Paşa'ya verilmişti. Toplantıya katılanlar köşkten ayrılmak üzereyken toplantıya yetişemeyen Refet Paşa arabasıyla köşkün önüne geldi. Toplantının neticesini sordu, alınan kararı beğenmedi ve Mustafa Kemal'i önerdi. Bunun üzerine katılımcılar tekrar köşke geri dönüp konuyu baştan ele aldılar ve başında Mustafa Kemal'in ismi olan, isimlerin yanında detaylı notlar içeren bir liste üzerinde karar kılarak bunu Padişah'a ilettiler. Vahideddin listeyi sadece sırdaşı ve yeğeni Sami Bey ile paylaştı. Mustafa Kemal isminin yanındaki "cumhuriyetçi" notuna dikkat çeken ve saltanatı düşünmesi gerektiğini söyleyen Sami Bey'e bir diğer notu, "en iyi askerimizdir" notunu göstererek, ne O'nun ne de kendisinin bunları düşünecek durumda olmadığını, en iyi asker ise görevin ona verilmesi gerektiğini söyledi. Kararı imzaladı, "bu adam iş yapacak" dedi. 

Daha sonra Yıldız Sarayı'nda, boğazdaki İngiliz zırhlılarına bakarak diz dize yaptıkları meşhur görüşmede Sultan bu desteğini ve inancını Mustafa Kemal'e de belirtmiş ancak muhatabı tarafından samimi bulunmamıştı. Mustafa Kemal geçmişte yaşananları düşünerek ve haklı olarak O'na güvenmiyordu. 

Mustafa Kemal, Padişah, sadrazam ve paşalarla gecelerce süren yoğun görüşmelerden sonra, bir cuma namazı sonrasında Padişah ve paşalar huzurunda Kuran'a el basarak yemin etti ve Samsun'a çıktı. O ve beraberindeki 35 yüksek rütbeli subaya boğazdan geçmek ve Karadeniz'de yol almak üzere vizelerini veren Yüzbaşı Bennett, 55 yıl sonra hatıratında, bu heyetten şüphelendiğini, bunun üzerine İngilizlere ait merkez karargahtan onay istediğini, "Sultan'ın Mustafa Kemal'e güveni tamdır" cevabını aldığını ve vizeleri verdiğini yazmış. Görünen o ki; İngilizler de Sultan'a güveniyor, ancak Sultan siyaset yapıyor. Mustafa Kemal'e verilen yetkiler o güne kadar görülmemiş şekilde sadrazamı dahi geride bırakacak genişlikte. Ayrıca ilerleyen zamanda yetmeyecek olsa da Vahideddin'in şahsi varlığından kendisine peyderpey 30.000 Lira ödeniyor. Mustafa Kemal Samsun'a ulaştığında gönderdiği telgrafta kendisine güvenen ve destek veren heyete minnetlerini sunmuş. 
Aynı anda Anadolu topraklarının paylaşımında yaşanan anlaşmazlık, Wilson'un olaya müdahil olması, İtalyanların bu anlaşmazlık ortamını suistimal ederek harekete geçmeleri müttefikleri İzmir'i garanti altına almaya itti ve işgal başladı. Direnç göstermeyen şehir göstermelik olarak işgal edildi ve Yunanlılara bırakıldı. Yunanlıların İzmir'le yetinmeyip Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemesi milli mücadeleyi körükledi. 

Çatışma başlıyor...

1919-1922 arasında İstanbul'daki merkezi irade Sultan ve Anadolu'da milli mücadele görevi verilen Mustafa Kemal Paşa arasında çekişmeler, küsmeler, barışmalar baş gösteriyor. 1918-1922 arasında 11 hükümet değişiyor. Bunlar arasında 1 ay, 2 ay, 3 ay hatta 24 gün süren hükümetler var. Bu hükümetler arasında kimilerince mecnun kabul edilen, ölmüş devlet adamlarıyla konuştuğunu, anlaştığını söyleyen, Vahideddin üzerindeki etkisi ile İngiliz dostluğu siyasetinin çığrından çıkmasına sebep olan Damad Ferid Paşa'nın kurduğu 5 hükümet var. Üstelik Vahideddin bir çok beyanında bu adamdan nefret etmesine rağmen O'nu göreve getirmek zorunda kaldığını söylüyor. İngilizlerin Mustafa Kemal karşıtı baskıları ile göreve geliyor, Mustafa Kemal ile yakınlaşmak gerektiğinde yerini Tevfik Paşa'ya bırakıyor, sonra tekrar göreve ve tekrar azl. Böyle karmaşık bir mücadele dönemi. Anadolu'da verilen milli mücadele ile paralelinde merkezde verilen bir başka milli mücadele. Bu arada İstanbul ve Anadolu arasında gerçekten bir çekişme var mı? Mustafa Kemal Padişah'a bağlılık mesajları veriyor, Padişah'la halkın arasını sadaret makamının açtığını söylüyor, Padişah'ın iradesine imkan verilmediğinden yakınıyor. 

Bu istifa-hükümet kurma silsilesinin başında, Mondros mütakeresinin imzalanmasının hemen akabinde Mustafa Kemal bir kez daha Vahideddin ile görüşmüş ve müdahil olmak istemişti. Ancak yine istediği hükümeti kurduramadı ve 4 yıl sürecek istikrarsızlık dönemi başladı. Vahideddin, Mustafa Kemal'e mealen "beni darbeden koruyabilecek" misin demiş. Aynı fikirde olduğun arkadaşlarının darbesinden. Mustafa Kemal şaşırmış, konuya hakim olamamasından ve dolayısıyla bu garantiyi verememesinden duyduğu üzüntüyle talebini dahi doğru düzgün dile getirememiş. 

Sultan'ın İngilizlerle gizli anlaşmalar yaptığı söylentileri çıkıyor ve hatta bazı metinlerin ele geçirildiği söyleniyor. Buna göre İngiliz mandası altında Osmanlı'nın toprak bütünlüğü korunacak, bir çok ülke yerine tek ülke ile anlaşma yapılacak, hilafet de İngilizlerin kontrolü altına girecekti. Bu anlaşmalar bazılarınca ihanet olarak değerlendirilirken bazılarınca da vatan toprağının bütünlüğünü ve Türkiye'nin çıkarlarını korumak için başvurulan zaruri bir yoldu. Ancak Amerikan gazeteleri tarafından yayınlanan, İngiliz hükümeti tarafından yalanlanan bu anlaşmaların asıl metinlerine hiçbir zaman ulaşılamadı. 

Vahideddin, devletin geldiği durumdan, Mondros mütarekesine mecbur kalınmasına sebep olan askeri yenilgiler dolayısıyla Mustafa Kemal'i ve İngilizlerin Mondros mütarekesi imzalanırken şifaen verdiği sözlere güvenen ve sonra aldatıldığını söyleyen Rauf Bey'i sorumlu tutuyor. 

16 Mart 1920'de İstanbul işgal edildi. Yönetim Türklerden alınmadı çünkü İngiliz politikasının temel taşlarından biri Hindistan'a giden yolu açık tutmaktı. Hindistan'daki müslümanların İstanbul'un işgalinden ve halifenin hal edilmesinden memnun olmayacakları endişesi vardı. Bu nedenle yayınlanan bir bildiride yönetimin Türklerden alınmadığı, Osmanlı hanedanının devamının hedeflendiği, güvenlik gerekçesi ile işgal edildiği belirtilirken taşrada çıkacak ayaklanma ve mücadele hareketlerine karşın bu durumların değişebileceği tehdidi de eksik bırakılmıyordu. Bu durumda dahi Sultan Ankara ile irtibatın sağlanması gerektiğini söylerken sadrazam Ferid Paşa kuvayi milliyecilerin katlini vacip kılan fetvalar almak ve yaymakla meşguldü. Mustafa Kemal de Sultan'ın esaretten kurtarılması için mücadele çağrıları yapıyordu. 23 Nisan 1920'de Vahideddin adına okunan hatim ve kılınan cuma namazı ardından Anadolu'nun o güne kadar gördüğü en büyük dini merasimle, millet meclisine tahsis edilen İttihat ve Terakki Klübü binasında meclis açıldı. 

İstanbul Mustafa Kemal'i görevden alıyor, askerlikten ihrac ediyor, Mustafa Kemal istifa edip hareketine sivil olarak devam ediyor, daha sonra İstanbul tarafından alınan rütbeleri mahkeme kararı olmadığı gerekçesiyle iade ediliyordu. Mustafa Kemal, Padişah tarafından hakkında çıkartılan tutuklama kararlarının zorlama ve baskı ile aldırılmış kararlar olduğunu, halifelik ve saltanat makamının İstanbul'da esir olduğunu, hiçbir halife ve sultanın özgür iradesiyle bu kararları almayacağını dile getirerek Padişah'a bağlılığını ortaya koyuyor. 24 Mayıs 1920'de Sultan Vahideddin ve sadrazam tasdikli gıyabi idam kararı görünümlü bir fermanla Mustafa Kemal ve beş arkadaşının yargılanmak üzere yakalanmaları kararı yayınlandı. 

İngilizlere yumuşamaları yönünde iletilen taleplerden olumlu cevap alınamıyor, Dünya Savaşı'nın uzamasından, milyonlarca insanın ölmesinden, iyi niyetli yaklaşımlara sinsi ve haince karşılık verilmesinden sorumlu tutulan Osmanlı hükümetinin katı bir cezalandırmaya maruz kalacağından bahis ve İstanbul Yunanlılara verilecek tehdidine karşı çaresizlikle Sevr andlaşması sadrazam Ferid Paşa tarafından imzalanıyor, Ankara'nın sorun çıkarmaması umuluyor. Ancak ne ortada olmayan meclis ne de Vahideddin andlaşmayı tasdik etmiyor ve böylece taslak olarak kalan metin devletler hukuku gereği hiçbir zaman işleme koyulamıyor. Sultanın oyalama ve zamana bırakma siyaseti burada da işletilmiş. 

Ankara Sevr sonrası Damad Ferid Paşa hakkında idam kararı alıyor. Andlaşmayı imzaladığı gerekçesiyle Vahideddin'e artık hürmet edilmeyeceği, padişah olarak kabul edilmeyeceği ancak saltanat ve hilafet makamlarının kullanılması, o gücün elden gitmemesi için çaba sarfedilmesi gerektiği görüşülüyor. Sonraki gizli toplantılarda ise konu Vahideddin'in tahttan indirilmesine kadar gidiyor. Bu kararlar Vahideddin'in Mustafa Kemal hakkındaki söylemlerini de değiştiriyor ve kurtuluş adı altında İstanbul hükümetini safdışı bırakıp milli müdafanın başında kalmak istediğini, bu uğurda iftiraya dahi başvurduğunu söylüyor. Bütün bunlar, birbirleri ve olan biten hakkında sağlıklı bilgi alamayan iki taraf arasında yanlış anlaşılmalardan kaynaklı bir uzaklaşma mı yoksa önceleri içten yapılan pazarlıkların şartlar olgunlaşınca dışa vurumu mu?

İhanet eden kim?

Kuvayı Milliye'ye karşı Yunanlıların devreye girmesini ve olası bir savaşı önlemek için, İngilizlerin yoğun baskısına da dayanılamayarak Kuvayı İnzibatiye adlı göstermelik bir ordu kuruluyor. Güya bu ordu İstanbul hükümeti adına Anadolu hareketi ile çarpışacak. Ancak hem İstanbul'daki halkın hem Anadolu'daki halkın Kuvayı Milliye'yi desteklemesi, hem bu göstermelik orduda çarpışacak iyi askerler bulunamaması, hem de bulunsa dahi maaşlarının ödenemeyecek olması nedenleriyle bir sonuca varılamıyor. Diğer yandan Sultan'ın bu konudan haberi olmadığı, bu kuvvetin Damad Ferid Paşa yönetimiyle organize edildiği ve harekete geçirilmeye çalışıldığına şahitlik eden çokça paşa ve yaver var. 

Mustafa Kemal de damat olmak istemiş...

Vahideddin tahtı devraldığı sıkıntılı dönemlerde veliahdı, amcaoğlu Abdulmecid ile de uğraşıyordu. Abdulmecid ve Abdulaziz kardeşlerden sonra başlayan ve oğulları arasında Mecidiye-Aziziye rekabeti olarak ortaya çıkan durum Abdulmecid oğlu Vahideddin ile Abdulaziz oğlu Abdulmecid arasında da görülmüştü. Abdulmecid Sultan'a yazılı bir muhtıra dahi vermişti. Daha sonra Abdulmecid oğlunu Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'la evlendirdi ve dünür oldular. Sabiha Sultan'ı zamanında Mustafa Kemal Paşa'da istemiş ancak Vahideddin vermemişti. İlerleyen dönemde unutuldumu bilinmez ama o anda Mustafa Kemal bu sebeple bir intikam duygusuna da kapılmıştı. 

Mustafa Kemal yönetimindeki Ankara hükümeti İstanbul ile ters düşmeye başlayınca veliahd Abdülmecid Efendi'yi Anadolu'ya davet etti. Böylece İstanbul hükümetini saf dışı bırakırken halifeliği elden bırakmamış olacak, O'nu halife vekili olarak müslüman alemine gösterecek ve belki de gerekirse tahta çıkarıp sultan da ilan edeceklerdi. Ancak veliahd bizzat muhtıra verdiği Sultan'a karşı bu tutumu benimsemedi, ikilik çıkartmamak adına daveti kabul etmedi. Buna rağmen Ferid Paşa kendisini İngilizlerin emriyleymiş gibi göstererek sarayında abluka altına almış, Ankara'ya gitmesini önlemek için aldığı tedbirlerle hayatı ona zindan etmiştir. Vahideddin'in tüm bu durumlardan haberdar olduğu halde etkisiz kalması zayıflığını açıkça gösteriyor. Bu çileli gözaltı dönemi ileride Abdulmecid'i Vahideddin için "hain" diyen tek hanedan mensubu yapacaktır. Buradaki ihanet İngilizlere yakınlığını ifade için değil de kendisine zor zamanında destek veren hanedan mensuplarına reva görülen eziyeti görmezden geldiğini ifade etmek amaçlı, ailesine ihanet etmiş anlamında söylenmiş gibi görünüyor.

Abdülmecid Efendi Ankara'nın davetini kabul etmemişti ancak oğlu, Sabiha Sultan'ın kocası Ömer Faruk Efendi aynı görevi üzerine alarak, milli mücadelenin başında bir şehzade olmak üzere Anadolu'ya doğru yola çıktı. Niyeti orada tahta çıkmak değil milli mücadeleyi sahipsiz bırakmamaktı. Bunu hem Vahideddin'e hem de Mustafa Kemal'e açıkça yazmış ve hatta gerekirse cepheye sürülebileceğini bile belirtmişti. Yolculuğunda içinde bulunduğu gemi İngilizlerce uzun süre arandı. 7 saat kadar içinde kapalı ve kilitli kaldığı demir dolap yüzünden klostrofobik oldu. Ancak Anadolu'ya vardığıyla geri gönderilmesi de bir oldu. Geri gönderen ise O'nu 3 ay önce çağıran Mustafa Kemal'di. Bir kaç ay sonra mecliste bu kararın sebebi şöyle açıklanmış; "İngilizler veya Saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık." Geri döndüğünde çocuk gibi ağlamış, eşi ile birlikte hayatlarının en büyük acısını yaşamışlardı. İşin garibi Vahideddin bunun böyle olacağını kızı Sabiha Sultan'a söylemişti.

Ama diğer bir damat İsmail Hakkı Bey, kayınpederi Vahideddin ve eşi Ulviye Sultan'ın haberi olmaksızın, bir çok paşa ve yaverin bilgisi dahilinde Ankara'ya ulaştı ve milli mücadeleye katıldı. 

Vahideddin'in vatanına ve milletine bağlılığı İngiliz istihbarat raporlarında dahi geçiyorken Damad Ferid'in siyaseti hem Anadolu'dan hem de diğer müslüman milletlerden tepkiler alıyordu. Bu Padişah'la Mustafa Kemal Paşa'nın arasının açılmasındaki en büyük etken gibi görünüyor. Her iki taraf da bugün bizim gördüğümüz gibi olayların iç yüzünü ve karşı tarafta neler yaşandığını bilmiyor, her değerlendirmeyi aldıkları haber ve duyumlara göre yapıyorlar. Bu unutulmamalı !

Çok sonraları Vahideddin hatıralarında Anadolu'ya gidip milli mücadelenin başına geçmemekle hata ettiği itiraf ediyor ancak bunun yapmasının bazı yaverleri, bazı paşaları ve sadaret tarafından da doğru bulunmadığını, engellendiğini yazıyor. Diğer bir sebep de kendisini ikna etmek için Mustafa Kemal'in zafer kazanırsa kendisine biat edeceğinin, kaybederse kendi namına kaybetmiş olacağının söylenmesi. Aslında görünen o ki en önemli sebep ise İstanbul'un ne olursa olsun gözden çıkartılamaması. Bugün bakınca buna kim hata diyebilir?

Sultan'ın bu görüşte samimi oluşunu doğrulayan diğer bir olay var; Yeğeni Sami Bey, ailesiyle birlikte bavullarını topluyor, sabah dayıbabaları (Vahideddin) ile birlikte Anadolu'ya geçmek üzere hazırlığını yapıyor. O gece eve İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold geliyor ve kendisi ile birlikte Sultan'ı ziyaret etmek istediğini söylüyor. Gidiyorlar. Komiser Sultan'ı "siz giderseniz biz de gideriz, Yunan hazır bekliyor, onlar gelir" diye tehdit ediyor. Seyahatten vazgeçiliyor. Bu gizli bilgiyi İngilizlere kim fısıldadı? 

Zaferden sonra...

Mustafa Kemal'in İstanbul'a geleceği, Padişah'ı idam ettireceği, yönetimi ele alacağı dedikoduları dolaşıyor. Türklerin ancak Fransız İhtilali benzeri bir devrimle yeniden canlanabileceği konuşuluyor. Memleketi ilk terkeden Damad Ferid Paşa. 

Sonrasında Refet Paşa'nın sadaret ve doğrudan Padişah'la yaptığı anlaşma görüşmeleri sonuç vermiyor. Ne Padişah saltanattan vazgeçip halifelikle yetiniyor, ne de Ankara ikili bir yönetimi kabul ediyor. Ankara'nın talebi Padişah'ın halifeliğe razı olması ve hükümeti milletin tayin edeceği meclise bırakması. Burada asıl amaç ülkeyi felakete sürükleyen sadaret makamından kurtulmak gibi görünüyor. Ankara'nın kullandığı dil sert ve dayatmacı. Sultan ise durumunu kabullenmiş değil ve halen talepkar. Bu tutum karşısında Ankara'da meclis saltanatı kaldırmak, hilafeti ayrı tutup devlet işlerinden ayırmak yönünde karar alıyor. Vahideddin açıkça hain ilan ediliyor, ağır hakaretler ve suçlamalar yöneltiliyor. Basın da bu söylemlere katılıyor. Padişah'ın kaçtığı haberleri iki farklı zamanda yayınlanıyor ve yalanlanıyor. Sadrazam Tevfik Paşa istifa ediyor ancak mührü Sultan'a iade etmiyor. Bu ilk kez görülen bir durum. İstifasından sonra bir daha Sultan'ın karşısına dahi çıkmıyor ve bir daha hiç görüşmüyorlar. Ardından Ankara'ya muhalif bir isim olan eski bakan, Peyami Safa gazetesi başyazarı Ali Kemal, Nureddin Paşa tarafından halka linç ettiriliyor ve bu da basında yer alıyor. Son darbe de Hakimiyet-i Milliye'yi onaylayan ve çok yakında da Ankara tarafından yeni halife tayin edilecek olan veliahd Abdülmecid Efendi'den geliyor. Bu da artık Vahideddin için sonun geldiğini gösteriyordu. İngilizlerden hayati tehlike gerekçesiyle "hicrete" yardımcı olmaları talep edildi, talep kabul edildi. Hanedandan "ölüm korkusuyla gitti" diyen de oldu, "Padişah kovuldu dedirtmemek için gitti" diyen de, "iyi yaptı" diyen de oldu, "kalsaydı" diyen, hatta "geri dönmek üzere gitti" diyen de. Hanedana ait hiçbir şey almadan gitti.

Bu kaçış için Refet Paşa yıllar sonra, kaçışa göz yummanın en hayırlı iş olacağını, hapis veya idam edilecek bir padişahın halk tarafından mağdur, bu fiili işleyenlerin ise suçlu görüleceğini, konunun böyle kapanmasının Ankara'nın üzerinden büyük bir yük kaldırdığını düşündüğünü itiraf etmiş. Hatta işgal kuvvetleri komutanı olağan pazartesi toplantılarında hünkarı habersiz kaçırdıkları için paşadan özür dilemiş, paşa ise bu iş için kendilerine teşekkür etmişti.

Vahideddin hristiyan toprağı olduğu için Malta'da kalmak istemiyor, İngilizler de O'nun masraflarını üstlenmek durumunda kalmamak için bir an önce geçici olarak bulunduğu Malta'yı terk etmesini istiyorlar. Bu nedenle düşük Padişah gelen davetleri de değerlendirerek Hicaz'a, kutsal topraklara geçmeye karar veriyor. Ancak bu İstanbul'daki halife Abdulmecid'i endişelendiriyor ve birinin kızı diğerinin gelini olan Sabiha Sultan üzerinden mektuplaşarak bu konuyu görüşüyorlar. Bir mektupta halife Abdulmecid, islam alemi içerisinde karışıklık ve fitne çıkarmamak için bu karardan vazgeçmesini isterken, kendisinin vatana dönüşü için elinden geleni yapacağını ama bu kararında ısrar ederse de en büyük düşmanı olacağını belirtiyor. Ancak bu sırada Vahideddin çoktan Hicaz'a varmış oluyor. Cevabında ise siyasi bir amacı olmadığını, sadece huzur bulmak istediğini yazıyor. Bu cevap karşısında Abdulmecid de yumuşuyor ve enteresan şekilde birbirlerine iyi dilekler, temiz ve samimi duygularını beyan ediyorlar. 

Vahideddin Cidde Limanı'nda çok şaşalı bir tören ve Kral Hüseyin tarafından gösterilen büyük hürmetle karşılandı. Ancak peygamber sancağı açılmamıştı, yani halife olarak kabul edilmemiş sadece çok kıymetli bir misafir olarak karşılanmıştı. İslam dünyasında bu durum "İngilizlerin iki adamı bir araya geldiler" şeklinde yorumlanıyordu. 

Vahideddin sert iklim nedeniyle Hicaz'da fazla kalamadı, Taif'e geçti, oranın sıcağına da dayanamadı. Filistin'e geçmek istedi. İngilizler müsaade etmedi. Mısır ve Kıbrıs'a da müsaade etmediler. İngiliz himayesindeki müslüman topraklarda bulunmasının ayaklanmalara sebep olacağı düşünülüyordu. Bu nedenle İsviçre'ye gitmesine izin verdiler. Ancak Lozan Barış Konferansının orada yapılacağını unutmuşlardı. Bu da uygun değildi. Bu nedenle yol üzerindeki İtalya'da kalmasını uygun gördüler. Bütün bu duraklarda son derece iyi ağırlandı ve yüksek saygı gördü. 

Mekke'de yazdığı ancak yayınlanmasına izin verilmeyen bir bildiride tahta çıkışından o güne kadar yaşanan tüm siyasi olayları çok açık bir şekilde kendi bakış açısından özetlemiş. Yazdıklarında hiçbir çarpıtma, yönlendirme veya yalan yok. Tamamen kendi gördüğü ve yorumladığı şekilde maruz kaldıklarını ve buna karşı yaptıklarını samimiyetle yazmış. İhanetle suçlanması kadar ihanetle suçlaması da yersiz. 

İtalya San Remo'da 16 ay yalnız yaşıyor. İstanbul'dan çıkışından itibaren kızları ile sürekli olarak mektuplaşıyor. Ruh hali bozuk, ızdırabı çok fazla. İtalya'dan naklini istese de İngiliz hükümetince kabul edilmiyor. Burada kalacağından emin olduktan sonra ve Ankara hükümetinden Osmanoğullarının sürgüne gönderilmesi kararı da çıkınca, ailesini yanına getirtebiliyor. Ailesi ve son olarak da genç hanımı yanına gelince geçmişle olan bağını kopartıyor, mütevazi ve huzurlu bir hayat yaşamaya başlıyor. 

3 Mart 1924'te hilafetin kaldırılmasıyla tüm hanedan üyelerinin ülkeyi terk etmesi kararı çıkıyor. Halife Abdülmecid Mısır'ı tercih etmesine rağmen İsviçre'ye gönderiliyor. Vahideddin'in İngilizlerden yardım istediği gibi O da Fransızlardan yardım istiyor ancak muhatabından yine taraf olmayacakları yönünde, olumsuz bir cevap alıyor. 

Villada cinayet...

Sultan'ın özel doktoru Reşad Paşa villada duyulan tek el silah sesinden sonra ölü bulunuyor. Bu cinayet yıllarca sürecek bir davayı tetikliyor. Aile intihar olduğunu söylerken Paşa'nın damadı ölümden 15 ay sonra Ankara İstiklal Mahkemesi'ne olayın bir cinayet olduğunu ve Vahideddin tarafından azmettirildiğini iddia ediyor. Sebep olarak da paşayla Sultan arasında fikir ayrılığı olduğunu, Sultan'ın, Paşa'nın kendisini kandırdığını ve Ankara'ya ajanlık yaptığını düşündüğünü, bu sebeple Kiraz Hamdi Paşa vasıtasıyla Paşa'yı ortadan kaldırdığını söylüyor. Kiraz Hamdi Paşa üzerinden cinayetin Tarikat-ı Salahiye adlı hilafeti tekrardan canlandırmaya çalışan bir örgütle bağlantısı kuruluyor ve dava sonunda bir çok idam kararı çıkıyor. Sultan'a isnat edilen hain sıfatının yanına da katil sıfatı eklenmiş oluyor. Mahkeme İtalyan hükümetine bu tür örgütlerin faaliyetlerine izin verilmemesi yönünde bir yazı gönderirken, Vahideddin mahallenin esnafına veresiye yazdırır durumdadır.

Hilafet ne olacak?

1926'da Kahire'de toplanacak ve hilafetin geleceğini belirleyecek olan kongre öncesi Hind müslümanları Türkiye'deki Kemali hükümetin gölgesindeki göstermelik halifeyi, Mısırlılar ve Suudiler kendilerini, Halep müslümanları halifelikten feragat etmemiş ve hayatta olduğu için Vahideddin'i halife olarak görmek istiyorlardı. Müslüman dünyasında bir çok fikir vardı ancak işin garibi Türkiye dışında bağımsız bir müslüman ülke yoktu. Diğerlerinin tamamı İngiliz sömürgesi idi ve bu sayede dünyanın en büyük müslüman devleti İngiltere idi. Bu arada Vahideddin'e Türkiye'den de destek vardı ve O da halen iddiasından vazgeçmiş değildi. 

Ancak kongreden haberi dahi olamadı, Kahire'den San Remo'ya haberin ulaşması en az bir hafta alırdı, kongrenin üçüncü gününde vefat etti. Kongreden de bir karar çıkamadı. Halife olacak şahsın taşıması gereken şartların belirlenmesi amacıyla her yıl tekrarlanması gibi ilginç bir kararla kapandı. O gün bugündür tekrarlanıyor...

Ölümünden sonra esnafa olan borçlar nedeniyle cenazesi tabut içinde haczedildi, mühürlendi ve borçlar ödenene kadar, bir ay süreyle evinin önünde bekletildi. Gerekli parayı halife Abdülmecid gönderdi, yetmeyince kızı Sabiha Sultan küpelerini bozdurdu.

Ölümün ardından cenazenin Suriye'ye defni için yoğun uğraşlar gerekti. Halife Abdulmecid aile ile toplantı yaparak biat aldı ve yumuşadı. Türkiye'deki faaliyetlerden bahsetti, Mustafa Kemal'in bolşeviklerin desteğiyle ayakta durduğunu, hanedanın geri dönmesi için kısa zamanda sonuca varılacağını anlattı.

Vahideddin'in ölüm haberi Mustafa Kemal'e Adana'da ulaştığında şöyle dedi; "çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki..." Gerçekten de giderken kayda geçirip hazineye bıraktığı mücevheratın değeri paha biçilemez düzeydeydi. Binlerce değerli eşya bir yana bilirkişilerce dünyanın en büyükleri denilen biri 3,2 biri 1,5 ve biri de 1 kg dolayında olan üç adet zümrüt taşın değeri dahi ölçülemez derecede imiş. Hazinenin detayı, kasaların, çekmecelerin açılması, kayıtların kontrol edilmesi ve benzeri konular hakkında sayfalarca bilgi var kitapta ancak notlarımda üzerinde durmadım. 

Sonuç...

Kitap Hakkında...

Olayları aktarırken kronolojik sırayı takip etmemek yazara nasıl bir kolaylık sağladı bilemiyorum ancak sık sık karşılaşılan geri dönüşler ve ileri atlamalar kafa karışıklığına sebep oluyor ve 400 sayfayı bulan bir okumada bu rahatsız edici boyutlara ulaşıyor. Fikirlerin hangi dönemde değiştiği anlamak, bir ileriden bir geriden alıntı yapıldığı için zorlaşıyor. Notlarımda mümkün olduğunca kronolik sıraya göre düzenleme yaptım.

Çıkarımlarım...

Tarihimizde ihanet kavramıyla özdeşleşen Sultan 6. Mehmed Vahideddin Han ile ilgili değil, ihanet kavramıyla ilgili yargılarımızı değiştirmemiz gerektiğini düşündüm. Bu dönemde görünen o ki; siyasetin parçası olan yanılgılar, aldanmalar ve takiyeler ihanet olarak tanımlanacak sonuçlar doğurmuş. Çünkü;

1-Çok ince bir çizgi olan kötü icraatın ihanet mi hata mı olduğu kararı, içinde bulunulan durum tam anlamıyla idrak edilebilirse değerlendirilebilir. Vahideddin de Mustafa Kemal de memleket menfaati için inandıkları doğruyu seçmiş ancak biri yanılmış olabilir. Hatta bazı kararlarda zaman zaman ikisi de yanılmış olabilir. Vahideddin açısından bakılırsa, insan nasıl ki alıştığı cep telefonu ya da arabasının modelini bile düşüremiyor, alıştığından, sahip olduğundan daha azına, daha kötüsüne razı olmakta zorlanıyorsa, O da elindeki saltanatı bırakıverememiştir ve bu nefsani yani bir yerde oldukça insani bir tavırdır. Mustafa Kemal'i yetkilendirirken O'nun samimiyetine inanmamış olabilir ancak başka bir çaresi de yoktur. Eğer O'na samimiyetle inanmışsa ilerleyen dönemde bir ters düşme anı olmuştur. Diğer yandan Mustafa Kemal de Vahideddin'e bağlılığından bahsederken kurguladığı düzene ve amaçlarına ulaşmak için samimiyetsiz davranmış olabilir. O anda samimi ise daha sonra Padişah'ın sorun çıkartacağına inanmış ve ona göre pozisyon almış da olabilir. Benim vardığım nokta; her ikisinin de kendi fikirlerini bina etmek için başlangıçta takiye yaptığı, birinin kudret elinden gidince diğerinin de kudret eline geçince asıl düşüncelerini ortaya koyduklarıdır. Bu açmazı çözecek tek hamle Padişah'ın ülkeyi terk edip, başka bir millete sığınması yerine, canından da geçtiğini ifade ettiğine göre Ankara hükümetine teslim olması ve kendi milletinin vicdanına sığınması olabilirdi. Bu durumda millet iradesini arkasına almış olan Ankara hükümeti tarafından "belki de mecburen" kendisine daha farklı, ılımlı yaklaşılırdı. Olumsuz bir yaklaşıma maruz kalması halinde ise bugün ihanetinden değil kahramanlığından bahsediyor olurduk. 

2-Vahideddin boşadığı ve boşadıktan sonra bir daha hiç görmediği eşinin ağabeyi olan Zeki Bey'e, hiç sevmediği, israf ve vukuatlarından bıktığı halde ömrünün sonuna kadar katlanacak, onu evinden, etrafından kovamayacak kadar zayıf karakterde biri iken, devlet idaresi üzerinde çatışan bu iki taraftan daha sinsi ve şahsi menfaat üzerine hareket eden sadaret makamı ile mücadele etmesi mümkün değil. Kendisinin de itiraf ettiği üç önemli hatasından tahtı kabul etmesi, sadarete aldanması ve Mustafa Kemal'e güvenmesi arasındaki önem sırasında sadarete aldanması en başta yer alır. Belki de kendi açısından Mustafa Kemal'e güvenmesi diğer ikisine göre çok daha küçük hatadır. 

3-Bütün bu çatışmalar içinde en çok göz ardı edilen ama bence en önemli konu milletin iradesidir. Millet saltanata ve hilafete bağlı olmasına rağmen, tarihinde gördüğü en zor şartlara karşın milli birlik ve beraberliğin korunmasını, devletin ve milletin bekasını kutsallarının önüne koymuş, kutsallarının korunmasının bu şarta bağlı olduğunu idrak etmiş ve bu nedenle Mustafa Kemal'in hareketini desteklemiştir. Burada odak Mustafa Kemal değil kurtuluştur. Aslında millet Vahideddin'in düşündüğü kadar kutsallarını göz ardı etmiş de değildir ancak yönetilmek böyle birşeydir. 

4-Eğer bir ihanet ve hainden bahsedilecekse cihan devleti imparatorluğu soyundan gelen sultanların ne için ihanet etmiş olabileceği düşünülmelidir. Mesele şahsi çıkar ise buna ihtiyaç olmadığı gibi şartlar zorlaştığında bunun hiçbir dış mihrak tarafından sağlanmadığı da defaatle görülmüştür. Mustafa Kemal için de Vahideddin'e ihanet etti denilemez çünkü O'da milletin kurtuluşu için gereğini yaptığına inanmaktadır. Bu kurtuluşun büyük adam olmak gayesi ile paralel gidiyor olması konuyu ihanete taşımaz. Zira yapılan fedakarlık elde edilen şahsi güçten çok daha fazladır. Şahsi menfaat ve devamlılık uğruna hareket eden ve her hamleyi göze alan tek makam ise sadaret makamıdır. Vahideddin'in de Mustafa Kemal'in de ortak tek yakınmaları da yine sadaret makamıdır. Vahideddin'in dönemi ile bir Fatih, bir Yavuz veya bir Kanuni dönemleriyle aynı padişahlık dönemi değildir. Vahideddin zamanında etkisiz padişah ve etkili meclis dolayısıyla sadaret makamı Sultan'dan daha yetkili konumdadır. 

5-Mustafa Kemal idareyi istediği duruma getirdikten sonra saltanat ve hilafet makamlarına neden bu denli sert ve acımasız davranmıştır sorusu akla geliyor ancak dönem irdelendiğinde ömrünün son anlarında dahi Sultan'dan çekinildiği görülmektedir. Üstelik sadece Türk makamları değil, İngiliz, Arap ve Hind dünyasında dahi Sultan'ın geri dönüşü hep ihtimal dahilinde olmuştur. Bu durumda risk alınmamış olması yadırganabilir mi?

Sonuç olarak bir ihanet ve hain yok. İhanet meselesini yanlış değerlendiriyor, çok hafife alıyoruz. Taraflar birbirlerini suçlarken sanılanın aksine birbirlerini anlamış, olaylara tam anlamıyla vakıf olmuş değiller, yeterince bilgi sahibi değiller. Yanıltılıyor, aldatılıyorlar. Bu gün Vahideddin de Mustafa Kemal de bu belgeleri görme, konuşulanları, yazılanları bilme yada daha somutlaştırarak canlandıralım; bu kitabı ellerine alıp okuma imkanına sahip olsalardı yine de birbirlerine hain derler miydi? Sanmıyorum. Bu söylemler o günün gereğiydi, biz söylemleri olaylardan bağımsız olarak olduğu gibi aldık, kabul ettik. Hata burada !







24 Kasım 2014 Pazartesi

DEDEMİN ÖĞRETMENİ





Dedemin hikayeleri vardı, gülümseten anıları...

Çoğu "kaptığım gibi örsü adama bir vurdum, adam bîhoş oldu" diye biterdi. Bazen eşi dostu, bazen bir akrabayı, sahip çıktığı yetimlerden birini ama nihayetinde bir garibi dayak yemekten kurtaran son hamlesiydi bu. Anlatırken keyiflenir, bizi de eğlendirirdi. Bugün paylaşacağım hikayesini ise onun ağzından dinlemedim. Hikayeyi daha güzel, daha anlamlı kılan da bu; başkalarının ağzından dinlemek, başkalarının yazdıklarından okumak. Bir kahramanlık ve bir vefa hikayesi bu. Baki Burhan Akırşan'ın "Taşkentlilerin Hikâyeleri" kitabından. Günün anlam ve önemine atfen...

Abdurrahman Akay ve Seyfettin Güneri Öğretmen


Ankara’nın Anafartalar Caddesi'ndeki sokaklardan birisinde Abdurrahman Akay hemşehrimizin çocuk elbiseleri imal edip sattığı bir iş yeri vardı. İsmi “Taşkent Bebe Pazarı” idi. Bir gün buraya kırk beş, elli yaşlarında biri girdi. Selam verip, hayırlı işler diledikten sonra;

"Dışarıda “Taşkent Bebe Pazarı” yazan levhanızı gördüm, Konya’nın Hadim ilçesine bağlı Taşkent bucağı ile bir ilginiz var mı, yoksa bir isim benzerliği mi diye bir sorayım dedim, onun için rahatsız ettim" dedi.

"Evet ilgimiz var ben Taşkentliyim" diye cevapladı hemşehrimiz.

"İyi öyleyse doğru gelmişim, ben öğretmenliğe 1937'de Taşkent’te başladım. İsmim Seyfettin Güneri" deyince hemşehrimiz yerinden fırladı.

"Oooo! Hocam hoş geldiniz, şükür görüştürene, ben sizin ilk okuttuğunuz beşinci sınıfın öğrencilerinden biriyim. Buyurun" diyerek yer gösterdi. Gerekli ikramlardan sonra konuşmaya başladılar.

-Hocam bir iş için mi geldiniz, yoksa burada mı bulunuyorsunuz?

-Üç gündür buradayım. Biliyorsunuzdur, sizin orada bir ders yılı görev yaptıktan sonra asker oldum. Dönüşte tekrar sizin orada iki yıl öğretmenlik yaptım. İstanbullu olduğum için sonra oraya tayinimi istemiştim. 1941 – 1942 ders yılından sonra tayinim çıktı. Bu zamana kadar hep orada görev yaptım. Tabii evlendik, iki oğlum var, ikisi de bu sene Ankara’daki üniversitelere başladılar. Ben de hem başlarında bulunurum hem masraf da az olur diye buraya tayinimi yaptırdım. Üç gündür kiralık ev arıyordum, bize göre bir yer de buldum. Hem çocukların gidip gelmesine uygun hem de görev yapacağım okula yakındı. Her şey tamam derken, ev sahibi “altı aylık peşin isterim” diye tutturdu. Ne kadar ısrar ettimse de adamı ikna edemedim. İş yeri buraya yakın, yanından ayrılınca sıkıntımı dağıtmak için Anafartalar Caddesi'ne çıktım, şöyle Saman Pazarına doğru yürürken sokakta levhanızı gördüm ve buraya geldim iyi de etmişim. Ben Taşkentlileri çok sevmiştim, Anadolu insanı ile ilk sizin orada tanıştım, biraz konuşur özlem gidermiş oluruz diye düşündüm.

Seyfettin Bey'in konuşması bitince Akay hemşehrimiz iş gömleğini çıkarıp ceketini giydi ve;

"Hocam buyurun gidelim" dedi, hoca şaşkın sordu.

-Nereye gideceğiz?

-Gidip evi tutalım.

-Ama söyledim, o peşinatı ödeyecek durumda değilim.

-Hallederiz efendim buyurun gidelim.

-Aman Abdurrahman Bey oğlum, ben buraya her hangi bir talep için gelmedim, biraz laflayıp gideceğim sizi sıkıntıya sokmak istemem.

-Biliyorum hocam, ancak sizin sıkıntınıza sizden feyz almış birisi olarak ben nasıl kayıtsız kalabilirim? Merak etmeyin Allah’a şükür durumum iyi, yani daralmam, lütfen bana bu fırsatı verin! Geri çevirirseniz çok üzüleceğim, çünkü bunu yapmam için özel bir sebep de var.

Hoca daha fazla direnmedi artık, beraberce ev sahibinin yanına vardılar. Abdurrahman altı aylık kira için bir çek verdikten sonra adama; "Bana bak, her ne sebepten olursa olsun hocamın kapısını çalmayacaksın, ne isteyeceksen gelip bana diyeceksin" diyerek tembihledi ve ilave etti; "Tamam mı? Anlaştık mı?"

"Anlaştık" dedi adam. Evin anahtarını aldılar, vakit öğlen olmuştu.

"Hocam bir de yemek yiyelim" diyerek bir lokantaya girdiler, yemekte öğretmen;

-Abdurrahman çok duygulandım Allah razı olsun “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez” derler aynen öyle, yaptığın çok makbule geçti. Ama bir şey soracağım, “bunu yapmam için özel bir sebep var" dedin, merak ettim anlatırsan dinlemek isterim.

-Var hocam! Hem de benim için dağlar kadar üzerimde minnet yüklü bir sebebi var, sordunuz madem anlatayım. Siz Taşkent’e geldiğiniz yıl biz son sınıfta idik, siz de öğretmenimizdiniz. O sene idare, talebelerin gırlet gömlek ile beyaz yaka giymelerini istiyordu. Terzi Ethem Usta bunları bir liraya dikiyordu. Çocuklar yeni kıyafetleri ile okula gelip gidiyorlardı ama altı çocuğun ailesi bir lirayı bulup bu kıyafeti yaptıramadı. Azarlandılar, okula alınmadılar ama nafile, çaresizdiler. Nihayet siz bu altı talebeyi aldınız terziye götürdünüz, altı lirayı verdiniz, kıyafetleri diktirip giydirdiniz. İşte hocam bu altı çocuktan birisi bendim. Sizin de maaşınız o zaman her halde kırk liralardaydı, bu fedakarlığı yapıp çocuk gönüllerimizi ihya ettiniz. O günkü iyiliğinizin yanında benim bu yaptığım inanın bir şey değil. Bunu hatırladıkça hep size bir rastlayıp elinizi öpüp şükranlarımı bildirmeyi düşünürdüm, Allah bunu bana lütfetti şükür. Onun için hocam kendinizi sakın borçlu saymayın, gerisi size kalmış, daha yapabileceğimiz bir şey olursa her zaman emrinizdeyim. Şu anda günlerce susuz kalmışta suyu bulup içip kanmış gibiyim inanın. 

Böylece ikisi de duygulara gark oldular. İşte kaderin bahşettiği bu mutlu tesadüf iki gönlü zengin insanı da doyasıya mutlu etti.

Bu cefakeş kahraman öğretmen ve vefalı gönlü zengin adamın ruhlarına birer fatiha...











19 Kasım 2014 Çarşamba

HERKES KENDİ ŞEYTANINI TAŞLASIN !


    
Ayetler olmuş muşta, hadisler ustura bıçak
Alimim diyorsan alayına sıradan bir çak
İlim şurda dursun, kemalat sizden çok uzak
Bırakın bu işleri
Herkes kendi şeytanını taşlasın



Derdiniz sözde dini, diyaneti müdafa
Kavga gürültü gırla, muhabbet heba
Nedir cahilin sizden edindiği intiba
Bırakın bu işleri
Herkes kendi şeytanını taşlasın



Kim bilir her konuda en doğruyu
Birbirinizden öğreneceğiniz hiçbir şey yok mu
Peygamber doymadı sizin ruhunuz tok mu
Bırakın bu işleri
Herkes kendi şeytanını taşlasın


Onca alim rüştünü ispatlaya dursun
Birbirine selamsız kelamla acımadan vursun
Aman susmasın hepsi birden kudursun
Bırakın bu işleri
Herkes kendi şeytanını taşlasın



Sağımız solumuz doldu müsvedde hocayla
Önümüz arkamız sobe çömleğiniz patlaya
Saklayın kendinizi, biz uğraşalım bulmaya
Bırakın bu işleri
Herkes kendi şeytanını taşlasın



Kamil insan dediğin düşmez ayağa
Anlarsın bıçak vursan sarp kayaya
Çıkmaz sesin, iblisin gelir imana
Bırakın bu işleri
Herkes kendi şeytanını taşlasın



26 Ağustos 2014 Salı

OKUMA NOTLARI: Sezai Karakoç Kitaplarından Seçmeler 4



RUHUN DİRİLİŞİ (1974)


Yazar Nietzsche' "tanrı ölmüştür" söylemini ve Marx'ın da bu çizgiye gelişini ruhlarının ölümlerine bağlıyor. Tıpkı havarilerinin Hz. İsa'nın kaybı sonrası kendi ruhlarına olan inançlarını yitirmeleri, çöküş yaşamaları, bundan dolayı kendilerini suçlamaları ve kendi ruhlarını çarmıha gerip bunu İsa'ya atfetmeleri gibi, çarmıha gerilenin İsa olmadığı gibi, ölenin de tanrı değil ondan uzak kalanların yeni bir madde dirilişine heveslenen ruhları olduğunu açıklamış.

İsrail kavminin ve Hintlinin ineği, Mısırlı'nın Apis öküzünü kutsallaştırması ile müslümanın dünya düzenini ortaya koyan Bakara (inek, sığır) suresine bakışını kıyaslayarak madde ve mana bakışları arasındaki farka işaret etmesi çok çarpıcı. Tüm dinlerin temellerindeki sembollere maddesel bakış islamın anlama ulaştırmasıyla sonlanıyor. 

Hz. İbrahim'i milletle, Hz. Yusuf'u devletle birlemiş. İbrahim etrafına baktı ve ilahını kendi seçti. Yusuf ise rüyasında kendisine secde edilen, yani seçilendi. İbrahim topluma hitap etti ve insanları etrafında topladı, Yusuf ise toplanmış olan insanlara hükmetti. İbrahim ateşle muhatap oldu, ateşi aşmak ilahi bilgiye ulaştırdı. Yusuf ise zindanla. Zindan devletin cezasıydı, kapısı devlete açıldı.

Hz. İbrahim Babir-Mısır kutuplaşmasını, Hz. Musa Mısır-Medyen ve Mısır-Kenan kutuplaşmalarını, Hz. Yusuf Filistin-Mısır kutuplaşmasını ve peygamberimiz Mekke-Medine kutuplaşmasını yaşadılar. Peygamberlerde hicret bir kutuptan diğerine kayış, sonra inkar kutbuyla inanç kutbunun karşılaşması, sonrada kutuplar arası zıtlığın inanç potasında erimesiyle sonuçlanır. Hicretle başlar gidiş, fetihle biter dönüş. 

8 ay önce yazdığım "Puta Tapmak" başlıklı yazımda anlatmaya çalıştıklarımla birebir örtüşen bir görüşe, fikre sahip olması tefekkürümün başarısı açısından beni sevindirdi. 

Sartre, Camus, Nietzsche, Tolstoy, Dostoyevski gibi filozof ve yazarların ölüm sonrası dirilişle mücadelelerini, varoluş üzerine görüşlerini ve bu düşüncelerin onlara yaşattıklarını açıklıyor. Bu düşünürlerin tamamı ölümden sonra diriliş yerine ruhun bu dünyada dirilişi üzerinde durmayı tercih ederken, dindar denilebilecek filozoflardan olan Kierkegaar dahi eserlerinde ahiretten bahsetmemiştir. Bu da batı medeniyetinin ahiretsiz bir din görüşünü alt yapı olarak kurduğunu, üzerine de cennetsiz, cehennemsiz bir hristiyanlık inşa ettiğini gösteriyor.


Ölümü düşünen, ölümle iç içe yaşayan medeniyetlerde hayat aydınlık, ferahlatıcı, iyimser iken maddeci bakış nedeniyle ölümden uzak durmaya çalışan medeniyetlerde ise karanlık, kötümser bir ruh hali ve dünya hayatı vardır. Aksi beklenen her iki durum da ilgili medeniyetlerin sanatlarına ve edebiyatlarına apaçık şekilde yansımıştır. Bu, ölümden sonrasıyla ilgili soruları sormanın veya sormamanın, cevap alabilmenin veya alamamanın sonucudur. 

İSLAM (1985)

Bir çok soyut kavram üzerine yorum ve görülerini paylaşmış ancak bunlar benim anlayışımın ve görüşümün yetersizliğinden olacak ki henüz kapıları aralamıyor. Somut tespit ve analizlerinden oruç-çocuk ilişkisine değindiği kısım bu gündelik konuya farklı bir bakış getirmiş. Çocukluktaki baba kavramının batı medeniyetinde tanrı baba kavramıyla paralel ilerlemesi, ergenliğe geçişle tanrı babadan alelade babaya geçişin ani olması, babanın değerini yitirmesine ve önce baba ile sonra aile ile bağların kopmasına sebep oluyor. İslamda ise çocuğun büyümesinin bir ispatı olan oruç, ergenliğe geçişte çocuğun, kendisinden de babasından da üstün bir gücü idrak etmesini, birlikte onun önünde eğilmenin kaynaştırıcı etkisiyle birinci babadan ikinci babaya yumuşak geçmesini sağlar. 

İslam üzere yaşanan bir evde, çocuk bakışıyla büyümenin sembolünün sigara içmek değil oruç tutabilmek olması hoş ve çok önemli bir tespit. 

Dinlerin putlaştırmaya yönelişi ve islamın buna karşı duruşu konusuna değinirken Claudel'in mihrabı put olarak görmesindeki aldanışı açıklamış; ibadetlerini bir çok mum, heykel, ikona gölgesinde yapanların ibadetin muhatabı değil abidin yeri olan mihrabı put olarak görmelerine şaşırıyor. Gerçekten de mihrap hiçbir müslümanın imamın durduğu yerden başka bir anlam yüklemediği birşeydir. Diğer yandan islamın kutlu olduğu bildirilen Kadir gecesini dahi gizleyerek putlaşmasını önleyecek kadar ince bir çizgi üzere kurulmuş bir düzen olduğunu ve bunun da ilahi oluşunun diğer bir ispatı olduğunu söylüyor.  

Batının ceza hukuk sistemindeki aksaklık ve eksikliklerin islamın kısas sistemiyle teoride de pratikte de nasıl çözülebildiğini ve nasıl adil olabildiğini örneklerle göstermiş. Zaten bunu her birimiz yaşıyor ve tanık oluyoruz. Somut suçlara (cinayet, yaralama, tecavüz, hırsızlık, vb.) soyut cezalar (hapis, para) vererek ne mağdurları rahatlatabiliyor, ne de suçluları ıslah edebiliyoruz. Canlı suçlara ve suçlulara (katil, hırsız) ölü cezalar (hapis, para) verilmesi, farklı suçlara (cinayet, hırsızlık) aynı nitelikte niceliği farklı cezalar (süreleri farklı hapis cezaları) verilmesi suç-ceza ilişkisinde kopukluk ve dolayısıyla tatminsizlik getiriyor. Medeniyetin son noktası denilen sistemler insanlık tarihinden bu yana gelen sorunların çözümünde en ufak bir ilerleme kaydedememiş durumdadır. Kısas ile tüm bu sorunlar ortadan kalkarken, aslında müsamahakar gibi görünen ceza sistemlerinin ruhu öldürdüğü, hayatın sağlıklı şekilde devamı ihtimalini ortadan kaldırdığı, ancak adilane bir hesaplaşmanın hayatın devamına olanak sağladığı, biraz düşünülürse kolayca anlaşılabilir. 

Ekonomik karşılaştırmalar önceki eserlerle benzerlikler taşıdığından tekrar değinmeye gerek görmüyorum.

- o -


Armağan, Hızırla Kırk Saat, Çağdaş Batı Şiirinden adlı eserleri şiir ve hikaye içerikli olduğundan üzerine yorum yapmaksızın okumak, yorumu okuyanın kendisine bırakmak daha uygun düştü. 

Son olarak;

"Tüveyç" ve "muştu" kelimeleri hazineye eklenen yeni mücevherler oldu. "Sanrı" yerine "sanı" kelimesinin kullanılması gerektiğini savunurken yazarın da tercihini bu şekilde kullandığını gördüğüm için de ayrıca mutlu oldum. Somut ve soyut kelimeleri yerine konkre ve abstre gibi dilimize zorlasak da girmeyecek kelimeleri tercih etmesine de aynı ölçüde şaşırdım. 


23 Ağustos 2014 Cumartesi

OKUMA NOTLARI: Sezai Karakoç Kitaplarından Seçmeler 3



ÇAĞDAŞ BATI DÜŞÜNCESİNDEN (1997)

Gabriel Marcel'den


Filozof uyanık durmalı, harpten önce harbi gerektirecek şartlarla savaşmalı, bir grup insanı öbür grup insanın karşısına koyan "propaganda"yla mücadele etmelidir. Hatta bu bir paradoks gibi görünse de sulh propagandası ile bile... Çünkü: tarih göstermiştir, çok defa bu nevi sulh propagandaları , şuursuz bir şekilde, aksi propagandanın maskesidir, oyuncağıdır ve onun hesabına işler. 

Martin Heidegger hakkında

Michel Palmier Heidegger hakkında şöyle diyor; "Hiç bir doktrin getirmek niyetinde olmadığını, <sadece kuru samanları yakmak> amacında olduğunu söyledi. Bir doktrin getirmemekle beraber, dünyaya bakışımızın değişmesinde büyük katkısı oldu kuşkusuz." Bu ifade Şems-i Tebrizi'nin yeniden imar için her şeyi yıkma misyonunu hatırlatıyor. 

Heidegger'i çağın en büyük filozofu olarak tanımlayan Jean Lacroix, onun sorulara yeni çözümler getiren değil, yeni ve ebedi sorulan soran biri olduğunu söylüyor. Lacroix'e göre Heidegger'in derdi modern çağın insanı uzak tuttuğu hakikat sorunudur. Hakikat sorusuna yönelmeyişi uyku , unutuş ve düşüş olarak tanımlıyor. Bizde ise bunun net ve tek bir karşılığı var; gaflet...

Jean Guitton'un Heidegger'den duyduğu son söz enteresan; "çok defa kullandığım angst kelimesi fransızcaya angoisse (sıkıntı, bunaltı) olarak çevrildi. Pek doğru bir çeviri değil bu. Kasteddiğim anlam kendinden yoksunluktur. Sartre'ın yoksama (nihil) anlamında kullandığı hiç (neant) kelimesi de tam tersi bir anlamdadır. "Angst"a en iyi karşılık, olsa olsa, budizmdeki zen kavramı olabilir."

Andre Malraux'un büyük sözü

Düşüncemiz sizinki gibi bir bilginin sonucu değil, bir bilginin hazırlığı, sarıp sarmalanışıdır, mahfazasıdır. Siz hissettiğinizi analiz edersiniz, biz duymak için düşünürüz.

Bu düşünme, düşünce tanımı tefekkürün tam karşılığı. 

İSLAMIN DİRİLİŞİ (1966-1967)

O dönemlerde komünizm etkisindeki Avrupa ve bununla mücadele içindeki Amerika'yı kapsayan batı medeniyetinin çıkmazına karşılık gelişecek anti-tez ihtimallerini değerlendiren yazar öncelikle Çin ve Afrika potansiyelleri üzerinde duruyor. Afrikanın bilinçaltındaki boşluk, Çin'in ise medeniyet olduğu dönemlerin üzerinden çok uzun zaman geçmesi nedenleriyle yeni bir tez ortaya koyamayacakları, aynı anda da islam medeniyetinin bu coğrafyalara uzanmaya başlaması doğacak anti-tezin ancak islam medeniyeti olabileceğini gösteriyor. İslam, Avrupa ve Amerika'ya da nüfuz edebilen tek tez olması özelliği ile de yükseliyor. 

Bugün batı tezi komünizmden kapitalizme dönmüş olsa da yaşanan çıkmaz ve açmazlar aynıdır. O günden önü alınmaya çalışılan anti-tez islamın ise yükselişi sürmektedir. Buradaki yükseliş islam toplumlarının değil islam anlayışının yükselişi olarak anlaşılmalıdır. Aslında bu anti-teze batı da ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyaç batı medeniyeti ile doğu, Asya ve Afrika'yı çatışmaksızın bütünleyebilme ihtiyacıdır. İslamın tüm bu coğrafyalarla geçişkenlik sağlamış Anadolu merkezli yapısı birleştirici, bütünleyici, bağ kurucu tek yapı olmasını sağlıyor. 

Bugüne ışık tutan öngörüsü;

Yazarın bu diriliş için ortaya koyduğu ve bir önceki sonlandırılmaksızın aşılması gereken aşamalar, düşüncede, inanışta, sanat ve edebiyatta, davranışta diriliş olarak sıralanıyor. 50 yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen düşünce ve inanışta aksiyon alamamış olmamız batı medeniyeti etkisinde yetişme tarzımızdan kaynaklanıyor. Kültür emperyalizmine maruz kalan, batıya adapte olmuş, batılılardan çok kendi kültürüne direnmekte, onunla savaşmakta olan gençlerimiz tarafından islam modeli bir alternatif olarak dahi göz önüne alınmamaktadır. Alternatifleri zevklerine, zekalarına, yetişme tarzlarına, mizaçlarına göre Alman, Rus, Fransız, İngiliz, Amerikan ideolojileri, rol modelleridir. Bu narsist, aşağılık duygusundan beslenen, batı romantizminin etkisiyle süregelmiştir. Bütün bu modellere karşı tek anti-tez olan islamın bu gençlerce desteklenmemesi için, muhalefet enerjilerini kendi toplumları içinde kendi toplumlarına karşı harcamalarını sağlayacak suni sorunlar yaratılmıştır. Düşüncede ve ardından inanışta diriliş bu kısır döngü içerisinden çıkarak kendi medeniyet anlayışını ortaya koymak için atılması gereken ilk ancak en büyük adımdır. 












22 Ağustos 2014 Cuma

OKUMA NOTLARI: Sezai Karakoç Kitaplarından Seçmeler 2




MEVLANA (1988-1989)

Yazar kitaba, alışılmışın aksine Hz. Mevlana'nın misyonuna jeopolitik ve siyasi bir bakışla açıklama getirerek başlıyor. Haçlı seferlerinin ardından manevi ve maddi olarak çökmüş durumda olan Anadolu toplumunun, İslam aleminin geleceği ve Kudüs'ün korunması açısından önemi nedeniyle, Moğol istilasına maruz kalmadan hemen önce, tamirini ve dirilişini sağlamak üzere bir kurtarıcı olarak geldiğini söylüyor. İrşad görevini babasına ve O'nun öğrencilerine bırakan Mevlana, dönemin hükümdarları ile ilişki içerisinde Anadolu'nun manevi ve maddi imarına katkılarda bulunuyor, örgütlenmeyi sağlıyor. 

Şems'in, Mevlana'nın yeniden imarına ortam hazırlayan mevcut düzeni yıkıcı görevini çok güzel açıklamış. Mevlana ile Şems'i birleyip, sanki Mevlana'nın söylemek istediklerini Şems'in dilinden söylediğini sonra da kendine cevap vererek konuyu tamamladığını anlatıyor. 

Hz. Mevlana'nın eserlerinden olan Yedi Meclis (Mecalis-i Seba) hakkında yazdıkları, bende eser ile ilgili merak uyandırdı. Okuma şevki verdi.

Menkıbeleri analizi etkileyici; Hz. Mevlana'nın papazla karşılaşmasına diyalog, tebliğ, fizik kondisyon, irade ve riyazet açılarından baktıktan sonra Hz. Musa'nın büyücülerle karşılaşması kıssası ile ilişkilendirip Kur'an bakışı ile tamamlıyor. Portresinin çizilmesine müsade etmesi ancak ressamın her baktığında farklı bir Mevlana görmesi nedeniyle resmi tamamlayamaması kıssası, ilmi, niyeti ve özü sağlam olanın amelde hataya düşmekten korunduğunun ispatı.

Mevlana'nın olmayan ancak Mevlana'yı islamdan ayrıştırmak isteyenlerin farklı anlam yükledikleri "Gel, gel, yine gel. Ne olursan ol yine gel!" dizesiyle başlayan şiire Mevlana'nın yüklediği anlamı devamındaki dizeler üzerinden net bir şekilde açıklamış. "Burası ümitsizlik dergahı değildir. Tövbeni bin kere bozmuş olsan da gel!" ifadesinin, çağrılanları olduğu gibi kabul etmek üzere değil, bulundukları ümitsizlik girdabı içerisinden çıkmalarını sağlamak, feraha kavuşturmak, geri dönüşsüz bir tövbeye, affa, hidayete ermelerini sağlamak için çağırdığını açıkça gösteriyor. 

Mesnevi'nin bir Kur'an eğitim kitabı olduğunu, özellikle Farsça yazılarak, Türk dilinin egemen olduğu coğrafyada her yüzyılda yeniden güncel şekilde şerh edileceğinden güncel bir eğitim kitabı olma özelliğini korumasının sağlandığını söylüyor. Böyle bir yol gösterici ışığın yanında batıcı, devrimci, marksist fikirlerin Anadolu'nun kendilerince şekillenmesinde ancak bir mum kadar etkili olabileceği tespitinde bulunmuş. Bu yetersizliğin Mesnevi'yi yıpratma dürtüsü doğuracağını ancak bu çabaların O'nu özünden koparamayacağını ön görmüş ve bunun bugün fazlasıyla yaşandığını görüyoruz.

Yazarın bir çok eserinin ana teması olan diriliş düşüncesinin Hz. Mevlana'dan temellendiği hissediliyor. İslamın ve islam toplumlarının yeniden yükselişi için O'nun hareket ve düşünce tarzının benimsenmesi gerektiğine, bu dirilişin her çöküşten sonra aynıyla tekrarlanacağına inanıyor.

Hz. Mevlana'ya olan muhabbetimizin ve onu anlama azmimizin bugünün dünyasında, Türkiye'sinde ve islam aleminde ne kadar önemli olduğunu, bunun içsel bir yolculukla birlikte aynı zaman dış dünyaya etki edebilecek bir dönüşümün bir parçası, çocuklarımızın geleceği olduğunu hissettim.


GÜNDÖNÜMÜ (1976)

Diriliş mucizesinin ortaya çıkışı ile kazanılacak hallerden birini şöyle tanımlıyor; "En yoksul evde bile hayatın maddi zaruretlerinin ötesine uzanan bir kaygı doğsun, bulunsun." Bugün ise maddiyat sıkıntısı ile boğuşan fakirler kadar tam aksi durumda olan zenginlerin de maddiyat ötesi bir kaygıya sahip olmadığını görüyoruz. Yine en iyi durumdakiler orta yoldakiler oluyor. Anlaşılıyor ki her iki uçtakiler de maddi kaygı ötesine geçip yaratılış amaçları üzerine düşündüğünde diriliş mümkün olacak.

"Binbir haber, bilgi, görüntü, ve etki toz toprak yığını içinden, kendi varoluş anlamına uygun düşen diriliş terkibini yakalama çabasını ömür boyu sürdüren ve ölümün önüne, elinde seçme merceği giden insandır diriliş eri."

"Birleştiricidir, ayırt edici değildir. Ama özde ve ruhta ayrı olanların görünüşte bir arada oluşundan fazla bir fayda beklemez. Bu nevi toplaşmaların, ilk güçlükte tuzla buz olmuş gibi dağılacağını bilir." 

Ölümü bilmek ve sürekli hatırda tutmak ölümde boğulmak demek değildir. Denizi bilmeyen denize girince boğulur, denizi bilen ise denizde yaşar. Ölümü bilerek, hayatına karıştırarak yaşamak hayattır. Ölümü bilmeden yaşamak ise ölmektir. Ölümü bilmeyen ve hatırlamayanın ölüme karşı bağışıklığı yoktur. 

Ölüm ötesi bilinci olan uygarlıklar kalıcı, maddeci uygarlıklar ise kısa ömürlü olmuşlardır.

"Emaneti ehline veriniz" öğüdü genellikle işi bilene teslim etmek gibi algılansa da yazarın açılımı, her insanın sahip olduğu her şeyin bir emanet olması ve ona hakkıyla sahip çıkmadığında geri alınacağı yönünde. Bu bana kişinin başta değerleri, ailesi ve malı olmak üzere sahip olduğu her şeyi ehil bir şekilde değerlendirmesi gerektiğini hatırlattı. Amir olmak, baba olmak, eş olmak, komşu olmak, arkadaş olmak, müşteri olmak, satıcı olmak, yardımcı olmak, hakem olmak, işçi olmak, yolcu olmak, konuk olmak, ağırlayan olmak, lider olmak, vatandaş olmak gibi tüm oluşlar bir ehliyet gerektiriyor ve muhataplarını emanet olarak kabul etmeyi gerektiriyor. Tek başına bu söz bütün hayatı düzene sokmaya yetecek derinlikte. 

Diriliş çağrısını tasavvufi bir murşid-murid ilişkisi ile değil, birlikte kurtuluşun yolu olarak tanımlıyor. Başka bir bölümde de şeytanın ayartıcılığını kişiyi yoldan saptırma çabası değil, yanlışına ortak arama, yenilgisine paydaş arama, cezasına arkadaş arama çabası olarak tanımlıyor. Her iki tanımından kaybedişin de kazanışın da bir birliktelikle olacağını, önemli olanın hangi safta duracağını bilmekten geçtiğini anlıyoruz. 

Önemli bir tespit daha; çoğu insanın değerlendirmeleri ilk izlenime dayanır. Çok az insan kritik yetisine sahiptir ve zamanla edindikleri bilgilerle değer yargılarını düzeltirler ve hatta temelden değiştirebilirler. Bu önemli bir yetenektir, kitle genelde ilk gördüğüyle kalır. İlk izlenim de genellikle izafi olduğu (kıyas, bağıllık içerdiği) için orijinal özelliklerin görülmesini engeller. Bu aceleci indirgeme tavrı yenilik kavramını ortadan kaldırıyor. Bu da toplumların, kendilerine çizilen sınırlar içerisinde kalmasını sağlıyor, buna karşı bir duruş ortaya koymalarını zorlaştırıyor.