9 Ocak 2016 Cumartesi

OKUMA NOTLARI: Yarınki Türkiye / Nurettin Topçu



Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.



İş veya hareket ahlakına sahip olmayanlar, gerçek manasiyle işsizlerdir. Bunlar ne yaparlarsa yapsınlar, her hareketleriyle yeryüzünün sefaletini artırırlar. İsterlerse mahir diplomat veya değerli doktor, pek yüksek mühendis veya sayısız sanayi müesseselerini işleten ünlü teknisyen ve onun milyoner patronu olsunlar, iş ahlakının dışında durdukları ve ona karşı geldikleri takdirde bu insanların hepsi de işsizdir. Kendileri için olduğu kadar cemiyetleri için ve dolayısıyla insanlık için de bazan zararlı bir varlık, bazan bir bela veya musibet olurlar. Bu takdirde, "bizim şu kadar doktorumuz veya fabrikatörümüz var" diyecek yerde, "bizim başımızda işte bu kadar bela var" demek hakikatin ifadesi olur. 

- o -

Yazar önsözünde, Anadolu'nun Kurtuluş Savaşı'yla sınırlarını ve varlıklarını kurtardığını ancak ruh cephesinde bir kurtuluşun yaşanmadığını yazmış. Bu kitap bu ruhi cephenin açılması, bu işi üstlenecek olanlar ve onların benimsemesi gereken anlayışla ilgili. İlk üç bölümde, diğer kitaplarda da anlatılan hareket felsefesini ve ahlak anlayışını özetledikten sonra konuya ilk somut girişi yapıyor.

Ziya Gökalp tarafından abartılarak benimsenen Fransız Yahudi sosyolog Durkheim'ın içtimai determinizm (cemiyetin belirleyici olduğu anlayış) anlayışının, elli yıllık sürede toplumun tedavisine fayda sağlamadığını söylüyor. Bu görüş ferdin hareketine ait tüm hürriyeti sınırlayarak siyasi, dini, ahlaki, teknik her konuda cemiyetin kararını dayatıyor. Burada ferdin şahsi arzularını baskılayarak cemiyet menfaati gözetilmek bir yana, aksine iş, cemiyet adına karar veren bazı fert ve zümrelerin tanrı yerine konulmasına kadar gitmiştir. Yazar bu görüşü cemiyetçilik, terbiyecilik ve turancılık olarak üçe ayırdıktan sonra diğer ikisini bir kenara bırakıp kendi konusu olan cemiyetçilik üzerinde diğer görüşleri de değerlendirerek açıklamalarına devam ediyor. 

- o -

Yazar, Fatih Sultan Mehmed'in hakemlik ettiği, Farabi ve İbni Sina gibi filozofları savunan Molla Zeyrek ile bazı noktalarda bu filozofları tekfir eden İmam Gazali'yi savunan Hocazade arasında yapılan ve yedi gün süren münakaşayı Türk-islam medeniyetindeki son felsefe hareketi olarak tanımlıyor. Bu münakaşa sonunda Hocazade haklı bulunmuş, takdir edilmiş ve kendisinden fikirlerini bir eser halinde yazması istenmiştir. 

Bundan sonra ciddi bir felsefe çabasına rastlanmamış, tanzimat hareketini idare eden zihniyet hiçbir felsefi esasa dayanamdığı gibi, Ziya Gökalp'in Durkheim'den adapte ettiği ve fikirlerde bizim toplumsal yapımızla hiçbir zaman örtüşemedi. 

Bizim felsefemiz ne olmalı sorusuna cevabı;

1) Felsefemizi kurmadan önce sahip olmamız gereken iki endişe;

-Dünyamızı idare eden tekamül prensibi
-Aklın mükemmel işleyişini idare eden metodlu düşünme prensibi

2) Anadolu sosyalizmi

3) Kuran'ın, zulmün karşısına sabrı, kinin karşısına affı koyan, ölümü ümit ile karşılayan, sonu olan varlığımızı sonsuzluğun yolcusu yapan ve Allah'ı insanda tanıyan, insan anlayışı.

4) Şahsiyetçiliği esas olarak kabul eden idealizmimiz. 

Burada cemaat (cemiyet) için nefsini feda etmeyi en aşırı ferdiyetçi idealizmin davası olarak tanımlıyor. Buna örnek olarak Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'inden bazı kesitler vermiş. Bu idealizmin bizde gelişmemiş olduğundan yakınıyor. Anadolu, her tür sefaletin en ağırını yaşamış olduğu halde, gözünü batı ufuklarından milletin kalbine çevirecek münevverler olmadığı için Dostoyevski gibi halkının fakirliğine ölümüne üzülen bir sanatkar çıkmamıştır. Felsefemizin tekamülcü, ruhcu, sosyalist ve idealist temeller dışında bir temel aranarak bina edilmesi bizi bizden uzaklaştırıyor. Ruh yapımıza islam dışında temel aramayı ve Anadolu'nun sefaletlerinden idealizmimize hisse çıkarmamayı samimi bir düşünce olarak görmüyor. Bugünki meselemiz de tam da bu değil mi? Geçen 50 yılda çok az yıl katetmekle birlikte en azından bu felsefenin tohumlarını atabilecek tarlayı bulmuş ve temizlemekte olduğumuz inancıyla avunabilir miyiz? 

- o -

Anadolu'da yerleşik bulunan Hitit köylüsünün harcamalarını artırmaya dayanmayan, ürettiğinden keyif almak ve onun verdiği imkanlarla yetinmek üzerine kurulu hayat tarzına, Orta Asya'dan gelen göçebe Türkmen'in kaba ve manadan uzak tüccar hayatının, islam kültürü ile birleşerek aşılanmasıyla oluşan Anadolu Türk-islam medeniyeti tanımı herhalde her birimizin kişiliğinde karşılığını bulabileceği bir tanımdır diye düşünüyorum. Bu yapı Yunus ve Mevlana gibi gönül erlerinin önderliğinde yapıcı, kurucu, geliştirici, kapsayıcı bir iradeye doğru tekamül etmiş. Yazar bu medeniyetin kendi felsefesinden kopmadan batı kültüründen ve diğer kültürlerden faydalanmasını, katkılanmasını gerekli görüyor. Bu konuyu bilim ve sanat üzerine örneklerle çok güzel açıklamış. Aynı konu üzerinde bilimsel çalışma yapan bir Alman'ın sentezci Kant veya Fitche yaklaşımıyla, Fransız'ın ise analizci Descartes yaklaşımı ile çalışmasını geliştireceği gibi bizim de Gazali görüşüne sahip olarak çalışmaya başlamamız gerektiğini söylüyor. Sanatta da Shakespeare ile Beethoven arasındaki tarih, tabiati ve insani büyük farkların her ikisinin de dehasına mani olmadığı gibi Fuzuli ve Yunus'un milli dehalarından kopan Hamid ve Fikret'in ancak çözülme ve iflas unsurları olabildiği gerçeğini hatırlatıyor. Mikelanj ve Sinan imanları açısından birbirlerine benzerken, bu iman bakışı Sen Piyer'in torunu olan Mikelanj'ın eserlerine asla tatmin bulamayan bir şüphe, Mevlana'nın müridi olan Sinan'ın eserlerine ise muradına ermiş bir iman olarak yansıyor. Haydarpaşa Garı binası ve Genlik Parkı'ındaki heykel Anadolu ile örtüşmeyen garp eserleri olarak göze çarparken, Selimiye milli ruhu ortaya koyuyor. 

Avrupa'yı yaratmış olan iki kuvvet, naif Hristiyan ruhçuluğu ile sanayi devrimi birbirine düşmandır. Anadolu'yu yaratmış olan islam ile Hitit ziraat tekniği ise birbiri ile barışık, yanyana yürüyebilen iki kuvvettir. Ancak islam dininin menfaatçi devşirmelerin eline geçmesi ve sanayi devriminin materyalist etkilerinin bünyemizi esir alması Anadolu'da zayıflamamızın başlangıcıdır. Burada yapılması gereken bir ahlaki toparlanma ve bilimin imkanlarını ruhi bir gaye güderek kullanmaktır. 

Biz kendimize özel olan cevherimizi aklın, ilmin, felsefenin çizdiği yollardan ilerleterek, zaruri inkişaf merhalelerine ulaştıracağız. Bunda hem kendini bilen, ne olduğunu pek iyi tanıyan bir muhafazakarlığın, hem de zamana, hayata, inkişaf şartlarının hepsine vakıf bir inkilapçılığın rolü olacaktır. 

- o - 

Daha okumaya başlamankta olan bir gence, "büyük adam" yani "devlet ve ikbal sahibi adam" olmayı telkin eden terbiye, onun karakterini çürütebilecek bir terbiyedir. 

Her tarafta samimi iman mevzuunun yokluğu, her tarafta aldatılma tecrübeleri birkaç nesli yere sermiştir. 


- o -

Cemiyet için kurtarıcı vasfı olacak insanın önce kurtulmuş olması gerektiğini söylüyor. Bu şahsiyet sahibi insanın vasıflarından bahsetmiş. Birinci vasfı; hayat kaidelerine sahip oluş. Samimi ve hakiki olarak, topluma kendi dışında bir çok hareket imkanlarını gösterecek ama kendi varlığında bir tek hareket kaidesini benimsemiş ve yaşamış olduğunu yine kendi hareketleriyle gösterecek kişi yol gösterecek kişidir. İkinci vasıf; doğru veya yanlış her hür hareketinden ve bunun yanında şuurun eriştiği her hareketle ilgili sorumluluk sahibi oluş. Bu aslında imanlı ve imanda sürekli, gafletsiz oluş anlamına geliyor. 

- o -


Anadolu'da üç büyük cinayetle üç büyük buhran dönemi yaşandığı üzerinde duruyor. Bunlar şii mezhepçiliği, masonluğun Anadolu'ya girişi ve Bolşevik hareketi ile komunizm. Hitit ziraat kültürü ile tanışan göçebe tüccar Türkmenin islamla yoğurarak oluşturduğu Anadolu kültürü bu darbelerle çürüyor. Gençlerin iç dünyalarındaki karanlık hayata aksediyor. Ümitsizlik zayıflayan ruh yapısına hakim oluyor. Anadolu'nun kendini yenileme çabaları ise şekilci ve aslını inkara dayalı ruhsuz hareketlerden ibaret kalıyor. Tanzimat, serveti fünun ve meşrutiyet. Ardından teknik ile erişilecek saadet fikri toplumu tamamen maddeci, rekabetçi, ahlaki değerleri yozlaştırıcı, haza dayalı bir yaşam tarzına yöneltiyor ve bu, eskinin köylü üzerinde tahakkümü olan toprak ağaları kavramının işçi üzerinde tahakküm sahibi tüccar, sanayici kavramıyla güncellenmesinden başka bir sonuç doğurmuyor. Burada esaretten kurtulamayan kitleler, eskiden şiir ve edebiyat gibi, sanat gibi ruhi yücelmeye taşıyan meşguliyetlerle uğraşırken artık spor müsabakaları ve otomobil sevdası gibi tamamen bedeni ve yapay mücadelelerle yetinir hale geliyorlar. İnsanların kendisininkinden başka bir kalkınmayla, ilerlemeyle, yardımlaşma kültürüyle ilgileri kalmıyor. Particilik, taassup, ölümüne dostluk kavramının ortadan kalkmasına sebep olan muhtelif rekabet ve düşmanlıklar da toplum hayatı için hiç yaşanmamış, Almanya'nın Fransayı işgal ettiği dönemlerde dahi görülmemiş bölünmelere, düşmanlıklara yol açmıştır. Bütün bu dağınıklık içerisinde milli birlik sağlayacak irade ne siyasi, ne ticari, ne akademik başarılarla değil her ferdin kendi iç mücadelesinde sağlayacağı başarılar neticesinde doğacaktır. Bu anlaşılması zor bir tespit. İlk başlarda bir ferdin insanüstü bir ahlaki mücadele göstererek ortaya çıkması ve kurtarıcı olması gibi anlaşılıyor ancak fikri temelleri ortaya çıktıkça görülüyor ki kastedilen, her bir ferdin yapacağı mücadelenin topluma yansıması, her bir ferdin kazandığı ahlaki zaferin yeni nesillere aktarılması, bu mücadele erlerinin sahte peygamberlik şubeleri olan sahte murşidlerin yerlerini alarak toplumu ruhi bir ideal çatısı altında teknik ve sanatta ileriye taşıyacak akli yeteneklerin geliştirilmesidir. 

- o -

Büyük gayelere cemaatla elele yürüyenler, kalabalıktan kendilerine sirayet edecek zaaflar, ruh sefaletleri ve şüphe dumanları altında bunalacaklardır. 


- o -

"Yarınki Kuvvet" başlığı altında eski kuvvetleri anlatırken, önce ruhi esasından uzak muhafazakar kuvveti ardından da ona muhalif olarak oluşmuş olan yenilikçi kuvveti anlatıyor. Bu yenilikçi kuvvet ile ilgili o günden bu güne değişmemiş olan bir tespiti şöyle;

İnadına maddecidir, pozitivisttir, realisttir. Basit düşünen zihinleri çabuk çeler, duyuların dünyasına hayran olanları pek kolay avlar. İnsanın hurafe yapıcı muhayyilesinin zaafından istifade edemezler ama, sonsuzluk yükünü sırtında taşımayan zayıfları bu sıkıntılarından kurtarırlar. Mesuliyetten kaçan korkaklarla şerrin pençesinden sıyrılamayan psikopatların sığınağı onların siperleridir. Bunların en büyük kuvvet kaynağı, asırlardan beri insan zekasının uydurarak ruhun hakikatleri dünyasına suni olarak eklediği, haksız yere ona mal ettiği evhamın kaba ve çekilmez cüssesidir. Bu evhamdan kurtulmak için çabalayan insanlık zaman zaman ondan kurtulmak bahasına ruhun hakikatlarından da sıyrılmayı göze almaktadır. Fransız ihtilalini hazırlayan düşünürlerin sistemlerinde görülen bu isyan hamlesi, evhamı devirirken, içindeki ilahi heykeli de parçaladı. Batılılar artık bu devri geçirmiş bulunuyorlar. 

Buna paralel olarak muhafazakar anlayışın hatasını da şöyle açıklamış;

Eski şekillere tıpkısı tıpkısına benzemede manasız ve hikmetsiz bir keramet arayan muhafazakarların bu hastalıklı zaafı, inkilapçı geçinen davasız mücahitlerin en büyük kazancı, en keskin silahı ve tezyiften öteye gidemeyen üsluplarının tek sermayesidir. 

Bu iki eski kuvvetin yerini alması gereken üçüncü kuvvet tanımı ise şöyle;

Muhafazakarlıkla inkilapçılığın hakiki değerini bilen, Müslüman Türk'ün mazisine bağlı, gözleri durmadan akan hayata çevrilmiş bir hikmetin meşalesini hazırlamaktadır. 

Yarının sahipleri, öyle zannediyoruz ki, bu hakikati ortaya koydukları zaman, eski ile yeninin taassup ve sapkınlık malülleri de, gerçek davanın birer birer kazanılmış mücahitleri safına kolaylıkla geçebileceklerdir. Elverir ki onlar, taassup sahiplerini taassuplarından tedavi ederken yaralarını incitmemesini, put kıranları insafa davet ederken baltalarını sukünet ve aklın ihtarına itaatle bıraktırmasını iyi bilsinler. O zaman hep birlikte yeni ve gerçek inkilaplara hazırlanacağız. 

- o -

Biz bedenin zalim hazlarıyla çılgınlaşarak gülen yüzler istemiyoruz. Onlar kendi naraları arasında mazlumların boğulan feryadını hazırlıyorlar. Bize mazlumların, hakkı ile vicdanına birlikte kavuşmuş sevinci ve zalimlerin ruhlarındaki kirlerden temizlenerek güzelleşen yüzlerinin neşesi lazımdır. Sevinçle merhametin, aşk ile saadetin birleştiği yüzlerdeki vekar ve necabet, bahtiyar beldenin insan yüzlerinde parıldayan bayrağıdır. Hilekar ve habis ruhların çirkef bakışını ondaki saadet alameti sayan zulümlere hayran gönüller kendi içlerini yoklasınlar. Orada gerçek saadet ve kendine yeterli tatmin yerine muradına ermiş kin ile kızgın haset fırtınasından başke birşey bulmayacaklardır. Huzur içinde durulmuş, kaderine minnetle gülümseyerek Allah'a çevrilmiş bakışlar, aradığımız bahtiyar beldenin ilahi manzarasıdır. Her ferdinin, başkalarının lokmasındaki bolluğa bakarak Allah'ına şükrettiği bir belde, saadetle fazileti birlikte sunarak insanı Allah'a yaklaştırabilir. 

- o -

Köy öğretmenleriyle imamlarının aynı kişiler olması gerektiğini, eğitim ile imanın, teknik ile ruhun birleşmesi için atılması gereken bir adım olarak görmüş ancak bu yönde bir çalışma malesef olamamış. Bugüne gelindiğinde, bu düşüncenin daha da kuvvetlendiğini, artık üniversite kavramının ruhsuz teknik eğitim anlayışıyla çökmekte olduğunu ve insanlığı bir yere taşıyamadığını kabul eden, medrese-dergah eğitim anlayışına dönülmesi gerektiğini savunan bir çok münevverlerin olduğunu görebiliyoruz. 



2 Ocak 2016 Cumartesi

OKUMA NOTLARI: İsyan Ahlakı / Nurettin Topçu



Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.



Spinoza'dan hürriyet üzerine; Ruhta asla mutlak veya hür irade yoktur, fakat insan ruhu bir sebep tarafından şunu veya bunu istemeye azmettirilmiştir, bu sebep de bir başka sebep tarafından, ve bu da bir başka sebep tarafından... böylece sonsuza kadar gider. İçimden bir ses kitabın devamında bu izah derinlemesine açıklanacaktır diyor, açıklanmazsa ben bana çağrıştırdıklarını yazacağım. 

Bilge kişinin daha fazla ruhi hürriyete sahip olmasının sebebi, hareketlerinin zorunluluğu hakkında diğer insanlara nispetle daha fazla bilgiye sahip olmasındandır. 

- o -

İlk yüzotuzbeş sayfada, bir fikri toparlamış alıntılayabilecek kadar kısa bölümler bulamadım. Ahlak, sanat, sezgi, bilgi, inanç, ferdi ve sosyal hayat üzerine bir çok düşünürü tahlil ederek, kısmen destekleyerek, kısmen eleştirerek çok derin açıklamalara girmiş. Ancak bu bölümün sonunda yazar ve referans aldığı düşünürler tarafından gelinen nokta şu ki; bilgi bu aleme ait eşya arasındaki ilişkilerin tecrübesinden doğuyor ve bu vasfıyla hakikat önünde sanat, sezgi ve inanç kavramlarının altında kalıyor. Gerek sanatta, gerek inançta, sezgi yoluyla erişilen, bilgiden tamamen bağımsız olmayan ama bilginin üzerinde değer taşıyan hakikat emareleri görülüyor. 

Fakat nadir insanların sezgi yeteneği oluşu, sadece bu insanların şahsi ve az çok derin inançlarının olmasından değil, aynı zamanda onların saf, bozulmamış ve katıksız duyum elde etmek gayesiyle yabancı unsurlarla karışmış sıradan duyumları arındırmağa muktedir olmalarındandır. 


- o -

Ne zaman din katılaşmış ve cansız şekillere boyun eğer, mistiklik tekrar ortaya çıkar. Bu anlamda "mistiklik dini en üstün kemal derecesine çıkarmak, bir velilik hayatı yaşamak için kahramanca bir denemedir. Böylece mistiklik her dinin hem temelinde hem zirvesindedir. 

- o -

Gandhi'nin kendi iç mücadelesi ve hür hareketin yeryüzüne yayılmasını engelleyen devlet güçlerine karşı mücadelesi ile Hz. Muhammed'in cihad idealine yaklaştığını söylüyor. Bu çile çekme mücadelesinden vazgeçilmesi dolayısıyla islamda çözülme ve gerileme başlamıştır. Oysa cemaatin kurtuluşu için ilk müslümanlar, çile doldurmuş, mistikler başta olmak üzere sadece savaşlarda düşmanla değil, devlet yönetiminde, kendi kalblerinin derinliklerinde nefsleriyle cihad bakışı ile çarpışmışlardı. Yine insanlığın içine düştüğü girdaptan kurtaracak olan Anadolu dervişliğinin başvuracağı ve belki de yayacağı bu iç mücadeledir. İslamın ilk üç yüzyılında Hz. Muhammed'den Hallac'a ve sonrasında da Anadolu dervişlerine aktarılmış olan islam mistisizmi bunun tek çaresidir. 

İlahi irade aile, millet, medeniyet isteyen ferdin bütün hareketlerinde, hatta dine en yabancı harekette bile sonsuzluk endişesi şeklinde mevcuttur. "Allah düşüncelerimle hareketimin yapmacık bir aksedişi ve uzanışı gibi bir şey olmak şöyle dursun, düşündüğüm ve yaptığım şeyin tam ortasında bulunuyor.; ben O'nun çevresinde dolaşıyorum, düşünceden harekete veya hareketten düşünceye geçmek için, benden yine bana gitmek için, her an O'na başvuruyorum."

- o -

İmandan isyana geçiş bahsinde, insanda, kendi iç kuvvetlerinin baskısını aşmasıyla doğan isyanın aslında Allahlı benliğinin Allahsız benliğine karşı isyanı olduğunu tespit etmiş. İradesinin ve tabiatın yetersizliğini bildiği anda insan bunlara karşı bir isyan geliştiriyor ve bu isyan onu hakikatin bir parçası olmaya götürüyor. 

- o -

Yazar isyan anlayışının gelişimini temelden kemale doğru bir sıralamaya koymuş; Stirner'in bencil benliği hayatın temeline alan ve kendi arzuları dışındaki herşeye isyanı benimseyen anlayış en alt seviyede. Sonrasında Rousseau'nun kendi ahlakını yaratılış itibarıyla diğerlerinden üstün gören ve bu yüzden diğerlerini yok sayan, böylece toplum içerisinde bir yalnızlıkla sonuçlanan, kendi ahlak seviyesine erememiş tüm işleyişe isyanı geliyor. Burada kendi dışındakileri isyan, onlara nefret olarak ortaya çıkmıyorsa da kendini karamsar ve karanlık bir halden kurtarıcı özelliği de halen yok. Son olarak Schopenhauer'in, kötülüğün sebebini var olma iradesi olarak gören isyanı var. Burada isyan var olmaya karşı. Hiçliği istemekle var olma iradesinin yol açtığı kötülüklerden kurtulabileceğine inanıyor. İsyan anlayışındaki bu gelişim süreci bizi hakikate daha yakın olan Allah'ın insandaki isyanına doğru adım adım yaklaştırıyor ancak ona ulaşana kadar eksik. Bu üç isyan anlayışını şöyle özetlemiş; ilki bütün beşeri kurumların inkarı, diğer sosyal kurumların inkarı, sonuncusu da varlığın inkarı. Bunlardan ilki kurtuluşu bencillikte, ikincisi kalbin doğrudan doğruya tabiata iştirakinde, üçüncüsü ise iradenin kendi kendini inkarında aradı. 

Ve işte en önemli nokta; Fakat bir hareket, ancak kendi içerisinde baş kaldırdığı bir nizama karşılık, yeni ve zorunlu olarak daha üstün bir nizamın ihtiraslı iradesini taşıyorsa isyan adını alabilir. Bu şartı sağlamamış olmaları nedeniyle Stirner, Rousseau ve Schopenauer'i gerçek birer isyancı olarak görmüyor. Her üçü de isyanlarını sınırlamak veya feda etmek suretiyle kendi içlerine gömülü kalmışlardır. 

Allahlı isyan ahlakında, anarşist ile uysal bir aradadır. Anarşisttir çünkü etrafının, diğer insanların ve hatta kendi içinin anlaşılmazlığına karşı isyan eder, uysaldır çünkü bu isyanını kendini yok etmeye değil var olanı bulmaya ve ona itaat etmeye yönlendirir. İsyan eden uysal, ızdırabı (mistik acı, çile) dost edinir, onunla sürekli temas halindedir. Kadercilik diye haksızca itham edilen bu uysallık aslında mistiklerin en büyük kuvvetidir. Bu duygu, mistiği, Stirner'in canavarca bencilliğinden, Rousseau'nun safça gururu ve hastalık derecesindeki acziyetinden, Schopenhauer'in de karanlık ve sonuçsuz kötümserliğinden kurtarır. Onu ilahi iradenin kaynağına ulaştıran da budur. Hallac, darağacında kendisini suçlayanlar hakkında şu hayret verici dua ile Allah'a yalvarıyordu;

"Onları affet ve beni affetme, madem ki insanlığımı kendi uluhiyetinde yok ediyorsun, uluhiyetindeki insanlığımın hakkı için beni öldürmeye çalışan bu kişileri bağışla."

- o -

Allah'a iştiraki ile kendi uluhiyetinin farkına varan mistik, kendine ve herkese yükümlülük getiren insanlık ile kendini ve herkesi kurtaran uluhiyet arasında seçim yapmak zorunda kalınca, kendisinin ve herkesin selameti için kendini kurban etmiş olarak ölmek ihtirasıyla yanıp tutuşur. 

Bu da sanki sonuçsuz ve faydasız, bencilce bir isyana sarılmakla kendini yücelttiğini sanan günümüz şuursuzları için söylenmiş gibi;

Bizim Allahımız, isyanın Allahıdır. 

- o -

Sonuç olarak varılan, hem anarşizme hem uysallığa karşı, hem toplum gerçeğinin herşey olduğuna hem bencil ve katı ferdiyetçiliğe karşı isyan ahlakı, bana, daha önce Sezai Karakoç okumalarımdan bir bölümü (http://aerkanakay-icsel.blogspot.com.tr/2014/08/okuma-notlari-sezai-karakoc.html) çağrıştırdı. Orada da islam, komünizm ile kapitalizm arasındaki orta yolu buluyordu. İslam her daim, her alanda sırat-ı müstakim (doğru yol-orta yol) kavramını önümüze getiriyor. Her gün defalarca söylediğimiz ama idrakine varamadığımız kavramlar da kimi zaman Sezai Karakoç'un kimi zaman Nurettin Topçu'nun kaleminden zihnimize açılıyor. Allah onlardan razı olsun.