Koyu yazılan bölümler doğrudan alıntılanan, diğerleri ise özetlenen bölümlerdir.
1- Özün tabiatüstü veya Allah'la ilgili olduğunu kabul eden ilahiyatçı özcülük.
2- Özün insan zihninde var olduğunu kabul eden kavramcı özcülük.
İlahiyatçı (teolojik) Özcülük
Varoluşçuluğun tam karşı kutbunda bulunan Eflatun ilahiyatçı özcülüğün başlangıcı. Ona göre imkandan realiteye geçiş başarısızlığa götüren yoldur. İmkanlar alemi denen rüyadan uyanıp da gerçeğe döndüğümüzde yaşadığımız hayal kırıklığı gibi. Her halükarda, hayallerimiz bizi bekleyen gelecekten daha zengindir. Yine bu sebeple, bir gün yapabileceklerimizi düşünürken hiçbir zaman yapamayacaklarımız da dahil tüm olayların zevkini yaşadığımız bir yerde dururuz. Eflatun, duyuların dünyasıyla, algıladıklarımıza ek olarak özün de bulunduğu dünyayı birbirinden ayırıyor ve ikincisinden halkın haberi olmadığını söylüyor. Varlık sınırsız olan öze yaklaştıkça ideale yaklaşıyor. Ancak duyular dünyasında varlık sınırlı. Örneğin insana varlık, ondaki öze de iyilik dediğimizde, insan iyi olabiliyor ancak mükemmel olamıyor. Güzel olabiliyor ama güzelliğin kendisi olamıyor. Akıl dünyasında ise varlıklar tam anlamıyla özleriyle birdirler ve bizim algı dünyasında var olduklarını sandığımız şeyler gibi sınırlı değildirler. Buradan hareketle Eflatun dünyadaki herşeyin akıl aleminde var olan özün yansımaları olduğunu kabul ediyor.
Eflatun'un, bu görüşünü ahlak konusuna tatbik ediş noktası çok önemli; gençliğin, özellikle devlet adamı olarak yetiştirilecek gençlerin yetiştirilmesinde, varolan eşyaya hırsla bağlılıktan azar azar onları kurtararak özün temaşasına doğru götürmeyi amaçlıyor. Eflatun'a göre, özlerin veya idelerin ve bilhassa bütün idelere hakim olan hayır idesinin apaçık görünüşüne bir defa ulaştıktan sonra, hareketlerinin hakiki kaidesini onlar bulacaklardır.
Varoluşçuluğa bizim anlayışımıza daha uygun şeklini veren ikinci öncü ise Saint Augustin. Bu yaklaşımın bize uygunluğu hristiyan olan bu filozofun varlıktaki özü Allah'ın bilgi ve iradesine bağlamasından kaynaklanıyor.
Kavramcı Özcülük
Eşyanın özel değil genel hallerini tanıyan, bunları sıfatlar olarak kabul eden ve bunların başka bir alemde değil insanın zihninde bulunduğunu kabul eden bir anlayış. Ahlakı bu temel üzerine kuran öncü ise Aristo. Ahlaki yaşayışı, insan tabiatına ve insanlık özüne uygun yaşayış olarak tanımlıyor.
Burada da Eflatun-Saint Augustin ilişkisine benzer bir durum Aristo-Saint Thomas arasında var. Saint Thomas da bu düşünceyi hristiyan kabullerine göre tahsis ediyor.
Rönesanstan sonra ilimler felsefeden ayrılmaya başlayınca Descartes ve Bacon, Aristo-Saint Thomas hükümlerinden kurtulup yeni bir akım öne sürdüler ancak onlar da nihayetinde özü aramanın peşine düştüler. İki asır sonra Comte pozitivist bir bakışla genel kanunların kurulmasını teklif etti. Ferdi ve özel durumlar yine ele alınmıyor, genel üzerinde kanunlar belirlenmesi isteniyordu. Özün ifadesini ele alan matematik ve fizik ilim olarak kabul edilirken, özlere ait araştırma içermeyen tarih ve coğrafya ise ilim olarak kabul edilmedi. Bunlar sadece bazı varlıkları ve var oluşları tutmakla yetindiler. İlim özün bilgisidir, varoluşların değil.
Varoluş Felsefesi
Bu felsefe varlıkların genel, ortak özellikleri ile ilgilenmiyor, aksine her birinin özel halleri üzerinden dünyayı tanımlama çabasını benimsiyor. Ortak özellikler, genel kabuller, tabular ile yapılan bir bakışın her bireyin kendi iç hayatının gerçekliğini ortadan kaldırdığını söylüyor. Yine bu nedenle de kapsayıcı olarak bu felsefeyi güden Kierkegaard, Simone De Beauvoir, Gabriel Marcel, Sartre ve daha bir çoğu düşünürlerin her birinin felsefesini de birbirinden ayırmak mümkün. Hal böyle olunca bu felsefeyi bir sistem haline getirmek mümkün olmamış, düşünürler eserlerini roman ve dram şeklinde vermişlerdir. Hatta Kierkegaard ölümünden sonra fikirlerinin bir sistem haline dönüştürülmeye çalışılacağından büyük endişe ve korku duymuştur. Sadece Heidegger fikirlerini sistemleştirmiştir.
Kierkegaard, Descartes'in "düşünüyorum öyleyse varım" sözüne itiraz ediyor. Düşünce gerçeklikten, varlıktan kaynaklanırken, varlığı düşünceye bağlamayı reddediyor. Sartre varoluşu şöyle tanımlamış; "Eşyadaki varoluş alelade hallerde kendini bizden gizliyor. Etrafımızda duruyor, bizde barınıyor, ondan bahsetmeden iki kelime söylemenin imkanı yok. Öyle iken ona temas edemiyoruz." Bu bana şunu hatırlattı; "o kadar açıktasın, apaçık ortadasın ki seni göremiyorum".
Halkın düşüncesi kendisine saadet getiren eşyanın üzerinde yığılıp kalıyor. Filozofları da mücerret (soyut) düşünüş varoluştan uzaklaştırıyor. Hepimiz iç yaşayışımızda, alemşümul (evrensel) tiplerin pek muayyen (belirli) hususi (özel) hallerini tanımak istiyoruz, onda biricik, ifade edilmez ve anlaşılmaz olanı unutuyoruz.
Hayret üzerine...
Aristo: İlim hayretle başlar.
Pascal: Ötede olmayıp da burada bulunuşumdan hayret ve dehşet duyuyorum. Zira ötede olmayıp da burada bulunmam, sonra olmayıp da şimdi var olmam için ortada hiçbir sebep yok.
Maine De Brand: Düşünen her varlıkta yarattığı hayretle, bizzat kendi varlığının büyük sırrına ermemek mümkün müdür?
Gabriel Marcel: Varoluş hayretten ayrılamaz.
Buraya dikkat !
Gerçekten varolmak için kendi varlığını seçmek lazımdır, demiştik. Gerçekten var olmak için kendi hür iradesiyle istediği hali bir defa seçmek ve o halde karar kılmak kafi değildir. Bizde varoluşu istenen hal, sertleşen ve artık değişmeksizin kendimizde kalan bir hal kazandı mı, varoluş ortadan kalkar, kaybolur. Varoluş vücudun daima dışında kalır. Varoluşun baki kalması için, her an yaptığımız seçimlerin neticesi olarak meydana gelen varlıkta, onun gizlediği imkanları meydana çıkararak, olmak istediğimiz hale ait seçimleri hiç durmadan yapmamız lazımdır. Varoluş, katilik kazanmış, gayeye ulaşmış bir hal tanımaz. Varoluş, var olan herşeyin daima ötesine geçmektir.
Ateist Varoluşçuluk
Bu görüşün başını Sartre çekiyor. Varoluşu seçimlere yani özgürlüğe dayandıran Sartre, kendisini çaresiz bırakan durumları da kendi seçimi ve sorumluluğu olarak tanımlama yoluna gittiği noktada çelişkiye düşüyor. Seçim varsa sonunda sıkıntı olmaması gerekir ancak Sartre'a göre var. Kanımca burada eksik kalan rıza olsa gerek. Rızayı bir seçim olarak görseydi, insanın başına gelenlerin tümünü kendi seçimlerinin sonucu olarak görmek mecburiyetinde kalmazdı.
Varolanın tanınandan ibaret olduğu, tanımanın esas olduğu, tanınmayanın varlığından bahsetmenin saçma olduğu kabulü tanıyanın diğerleri tarafından tanınmadığı ve dolayısıyla saçmalığa iade olunduğu sonucuna varıyor. Sartre'in bu görüşü sonunda herşeyin anlamsızlığını kabule mahkum kalıyor.
Hristiyan Varoluşçuluğu
Öncüsü Pascal olan bu akım protestan elaminde Kierkegaard'ı, katolik aleminde Gabriel Marcel'i ortaya çıkarmıştır.
Varoluş daima kendini geçmek suretiyle kendi kendini yapmaktır. Mütemadiyen kendi kendini geçmekte olan insanın bu ilerleyişte hedefi ne olabilir? Daha fazla oluş için atılışında ona istikamet veren kendisine bağlanmış bulunduğu mutlak varlığın hareketidir. Bu, kişinin nefs mücahedesi ile kendisini Allah'ın isimlerinin tecellisine hazırlamasından başka birşey değil.
Hareket Felsefesi
M. Blondel: Hareket insanla Allah'ın bir terkibidir.
Kafa, kalp ve kol... Bunları arzumla vermeliyim, yoksa bunları benden alacaklardır.
Şuurda hürriyet olmaz hürriyet harekettedir. Şuurda çokluk ve ancak hürriyet imkanı vardır. Şuur birliğe erişince harket olmak ister ve er geç bu dilek hareket olur. Hürriyet hareketle zaruri olarak gözükür. Şuur, birbirine zıd yaşayabilen unsurların çokluğudur. Bu çokluk, dileğin deruni bir nüsg içinde azar azar yol alarak; dalları kesilmesiyle yalnız kendisinin inkişafı neticesinde birliğe kavuşur.
(nüsg: bitkilerin topraktan azar azar çektikleri su, besi suyu)
İnsan çoğu zaman istediğini yapmıyor veya istemediğini yapıyor. Şuur harekete hükmetmedikçe ruhun ilerlemesi mümkün değil. Çünkü hareket bir süre sonra şuuru da etkiliyor. Yapılan bir hareketin bir sonraki adımlarda yeni hareketler doğuracağı gerçeği, şuurun istemsiz yapılan bir hareketin esiri olacağını gösteriyor. İnsan, fert, hareketlerinden ibaret hale geliyor.
Nice insanlar kendi kendilerinin mahbusu olarak, ilk hatalarının yüklediği mukadderi taşıdılar, veya gülerek oynamağa başladıkları role sonunda mübtela oldular. İstenmiş olan bir hareketin manasızlığı hiçbir zaman söylenmez. Ancak hareketle ruh vücud kazanır ve vücud ruh kazanır.
Daha dün şöyle birşey duymuştum;
Beden olduğu için ruh vardır, beden secde ettiği için ruh yol bulur, yol alır.
Mutlak iyilik, bütün irade ancak kendiliğimizden istemediğimiz şeyde, bizde ve bizden Allah'ın istediğinde bulunabilir. Hareketin hayatı böyle elde edilir. Ya Allah'sız veya Allah'a karşı gelerek istemek, ya da Allah'ı istemek; yani ya hareketin ölümünü ya da hayatını istemek. İnsan bu iki haddeden birini seçmeğe mecburdur.
Hareket şuur için zaruridir.
İbadet irade için zaruridir.
Hareketin bulunmadığı yerde Allah yoktur. O nerede görünürse Allah oradadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder