Şimdi önümüzde iki tehlike var; büyük deprem ve salgın. Farkına varmamız gereken şu ki bunları yaşayacağımızı ve çok büyük kayıplarla yaşayacağımızı hepimiz biliyoruz ve bunu hepimiz kabullendik. Devlet de yine tıpkı bizim gibi düşünüyor olmalı. Eğer ortada bir devlet aklı varsa bu saatten sonra muhtemelen yüzbinlerce insan ve paha biçilemez mal kaybı yaşandıktan sonra hayatta kalabilenlerin nasıl yaşatılacağı daha önemli bir konu haline gelmiştir. Hayatta kalabilenler derken; enkaz altında kalabilenleri, enkaz üstünde kalabilenleri, virüse yakalanıp da sağlık hizmetine ulaşamayacak olanları kastetmiyorum. Onların gözden çıkartılacağından emin olabiliriz. Zira dünyanın şu durumunda dış yardım işgâle, iç yardım ise imkansızlığa tekabül ediyor. Belki de binlerce binanın enkazını kaldırmakla uğraşmayacak, üstünü örteceğiz. Belki de bazı sevdiklerimizin mezarları dahi olmayacak. Çin'de olduğu gibi hasta olduğundan emin olunanları evlerine hapsederek ölüme terk etmeyi veya öldürmeyi tercih etmeyeceğimizi ortaya koyan bir toplumsal sevgi bağımız var mı, tartışılır. Yaşayan nesillerimizin henüz yoklukla imtihan olmadığı ve hatta şımardığımız bile rahatlıkla söylenebilir. Olaya böyle bakınca doğrudan "beklediğimiz bu tehlikeler tufan" diyebiliriz.
Pekiyi ya tufandan sonrası?
"Bizim bir medeniyet teklifimiz var." deyip durduğumuz o medeniyete mi döneceğiz. Yoksa kaldığımız yerden bize teklif edilmiş ve içine balıklama atladığımız o çürük sisteme mi döneceğiz. Yine mal mülk, haz eğlence peşinde mi koşacağız. Yoksa artık insan olmanın anlamını aramaya başlayacak mıyız? Daralan vakte artık kurtuluş fırsatı olarak mı bakacağız yoksa yaşanmadık haz kalmasın hırsıyla koşmaya devam mı edeceğiz?
Diyorum ki; AVM'leri yıkıp gönül mabetlerine, gönül bahçelerine, gönül sohbetlerine, gönül sokaklarına dönebilecek miyiz? Kılık, kıyafet, araba, ev, tatil, mücevher peşinde tükenmeyi bırakıp, kalbin aynası olan gözler yerine doğrudan kalplere hitap eden parıltıları kendimizde arayacak mıyız? Ekranlarla avunmak yerine sınırlı vaktimizi çocuklarımızla geçirecek miyiz? Konuşmayı unutan, hatta hiç başlayamayan yeni nesli tekrar konuşturabilecek miyiz? İftar sofrası dediğimiz, serpme kahvaltı dediğimiz israf sofralarından kalkabilecek miyiz? Oynamadığımız topu cenaze, şehadet, felaket demeden konuşmaya, tartışmaya, izlemeye son verecek miyiz? Yemememiz gerekenlerden, içmememiz gerekenlerden, izlemememiz gerekenlerden, özenmememiz gerekenlerden, oturakalmaktan, konuşadurmaktan, hayatımızı mahvettiğini bildiğimiz ama vazgeçmediğimiz herşeyden vazgeçecek miyiz?
Salgına ya da depreme, algoritma kontrolünde yaşar bir hâle, makine-insanlaşmaya, tamamen makineleşmeye maruz kalmadan insanın ruhta gizli olduğunu, özgürlük peşinde koştuğumuzu sanarken özgürlüğün sahibi olan ruhumuzu, bir sistemin esiri olmuş bedenlerimize hapsettiğimizi fark edecek miyiz?
Bize teklif edilmiş medeniyete balıklama atlamışken bizim de bir medeniyet teklifimiz olduğundan bahsediyoruz. "Aaa hiç göstermiyorsunuz vallahi!" derler adama. Yapmadığımız, yaşamadığımız ama var olduğuna inandığımız hazineyi konuşuyoruz. Sanırım biz nasıl yaşanılacağını bilmiyoruz ve bazılarımız hiç öğrenemeyecek. Nasıl yaşlanılacağını planlamamışız ve bazılarımız sanki hiç ölmeyecek. Eğer yeni bir hayat kurmayı hayal etmiyorsak tufandan sonrası da tufan olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder