8 Kasım 2021 Pazartesi

KOKUN HATRINA

 


KOKUN HATRINA


İzleyenler bilir, izlemeyenlere tavsiye edilir TRT Belgesel'de “Büyük Aile Çiftliği” (Orijinali: Our Yorkshire Farm) isimli bir belgesel var. Dokuz on çocuklu bir İngiliz ailesinin ücra bir yayladaki çiftlik hayatını tüm detaylarıyla önümüze seriyor. Çiftliğin yakınlarında başka kimsecikler yaşamadığı için bu kalabalık aile her işini kendi görüyor, iki yaşından yirmi yaşına her çocuk bir işin ucundan tutuyor, geçimlerini tarım ve hayvancılıktan sağladıkları gibi orada da yaşayıp gidiyorlar. Hatta ailenin annesi son doğumunu iki saat uzaklıktaki hastaneye gitmeye üşendiğinden evde tek başına yapmış.


Belgeselin bir bölümünü izlerken annesi ölmüş kuzuları hayatta tutmak için başvurulan kadim bir yönteme rastlamış, bu yöntemin bizim buralarda da uygulanıp uygulanmadığını merak etmiştim. Bir tevafuka da muhtaç, aklın mı, akleden kâlbin mi, yoksa doğrudan doğruya ilhamın mı ürünü olduğunu uzunca düşündüğüm o yöntemle ilgili sonradan duyduklarım bakın hangi yeni düşünceleri tetikledi ve beni bu yazıyı yazmaya itti.


Önce şu hayretlik yöntemi bir izah edeyim. Ağılın bir tarafında doğururken ölen bir koyun ve ortada kalan kuzusu, diğer tarafında da kuzusu ölmüş mahzun bir koyun. Ne sıklıkla karşılaşılan bir durumdur bilemem ama çok sayıda hayvancağızın bulunduğu ağıllarda, yavrulama zamanının da ortak olduğu düşünülünce kırk yılda birden daha sık olduğunu sanırım. Malumunuz her koyun ancak kendi kuzusunu emzirirmiş. Bu da annesi ölen kuzunun hayatını epey bir zorlaştırıyor. Onun hayatta kalabilmesi için, ölen kuzunun derisini yüzer üzerine giydirilermiş. Böylelikle kuzusu ölen koyun da o öksüz kuzuyu sahiplenir emzirirmiş. İngiliz çiftliğinde bu işi öyle özenle yapıyorlar, deriyi parçalamadan, sadece boyun ve paçalardan açıp öyle muntazam çıkartıyorlardı ki post tam bir tulum olarak diğer kuzuya giydirilebiliyordu. Bunu izleyince kuzusu ölen koyunun ne de kolay kandığını düşündüm. Nasıl olup da evlatlığını sesinden, cisminden tanımayıp kuzusunun kokusuna aldandığı zihnimi kurcaladı. Bu aldanışta bir lütuf seziyor ama izahına akıl erdiremiyordum. Tâ ki Bekir Develi'nin bir sohbetinde bu yöntemin Anadolu'da da kullanıldığını, bizimkilerin ölen kuzunun derisini yüzüp annesiz kuzunun sırtına bağladığını duyana kadar. Anlatılandan gözümde işin o kadar özenilerek yapılmadığı canlandı. Bizde köy yeri dağınıktır, köy işi palas pandırastır. Amma ve lakin bizde de gönle güzel görünen, zihni takıntılardan kurtaran bir mânâ vardır. Mânayı şöyle aşikâr etmiş kuzu ulamayı Bekir Bey'e anlatan nine: o analık koyun evlatlık kuzunun kendi kuzusu olmadığını bilirmiş. Bilirmiş ama kuzusunun kokusu hatrına o kuzuyu emzirirmiş.


Mânâ pınarının başını tutanlar bize kokunun mânâ âlemine bir iz olduğunu işaret ettiler. Mahir olana haramla helâli kokusundan ayırmak kolay gelir dediler. Henüz mahir olmayanlar için evlat kokusu bu işaretin delili olsa gerek. Bedeni henüz nefse kaptırmamış başlardan gelen o eşsiz koku. O kokunun kıymetini tespit, membaını idrak, maharet mertebesi fark etmeksizin her anne babanın harcıdır.


Ve sonra helâl sevgilinin kokusu. Dilden, gözden, kulaktan, tenden öteye vardıran, günbegün insanın duyularını aşan, ruhuna nüfuz eden, ötelerden bir huzuru sezdiren, perdeleri kaldıran, çokluğu bastıran, tevhîde daldıran o koku.


Her nesnenin, her öznenin değersizleştiği, her işin, oluşun, kavrayışın hükmünü yitirdiği, bizleri canlarıyla birbirimize bağlayanların hatrının bile sayılmadığı bu günlerde can kafeslerinizden bir ilâhî koku geçsin, göğsünüzü ferahlatsın, mekânınızı genişletsin, içinize sır çeksin, sırrınızı parlatsın, aynasından bu kirler körler âlemini hoşça göstersin efendim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder