Tedbir-Tevekkül Dengesi
Tedbir-tevekkül dengesi bozulduğunda dünyanın yalpayacağını düşünmezdik. İnsan şaşırır, kaybını, zararını kendisi görür, insanlık budur ya öğrenir, dengesini bulur derdik ama zeminimizin kayganlaşacağı aklımıza gelmezdi. “Görünmez kaza” kavramını kazada seçiciliğe dönüştüren kolaycıların inşa ettiği yanılgı sayesinde bir ikilem gibi algılanmaya başlayan tedbir-tevekkül ilişkisini ve bireyi aşan etkilerini irdelemek isterim.
Aslında kazanın her biri, en bekleneni dahi görünmezdir zira bize yaşatacaklarını ancak O biliyor. Yaşamamızı muhtemel gördüğümüz anların bile beklenmedik sonuçlar doğurması O'nun kudret elinde. Oysa insan bazı kazaları daha görünmez, daha bilinmez, bazılarını ise bilinse de umursanmaz kabul ederek kazada bir seçiciliğe meylediyor. Örneğin bir selin geldiğini görüp de yolundan çekilmek için acele eden insan, bir depremin gelişine kayıtsız kalmıyor mu? Hava durumunu takip edip çıkacağı yolculuğu planlayan, yolda çay molası verdiğinde arabasını kilitleyen insan etrafında dönüp dolaşan salgın karşısında gevşek hareket etmiyor mu? Elektrik kesilmesi ihtimaline karşı evinde bir ışıldak ya da mum bulundurmayan var mıdır ki bunca insan, tükeneceği bilinen suyu hâlâ boşa akıtır?
Demek ki insan işine gelen kazayı görüyor da işine gelmeyen kazayı görmezden geliyor. Böylelikle görmezden gelinen kazanın tedbiri de gereksiz oluyor. Zarla oyun oynayanın oyununu zor bozar. Zarlar istediği gibi gelirken insan kendini avutur, iman paketine sardığı kararını beğenir ama iman hakiki değilse, zor bunu insanın yüzüne vurur. Asırda bir, belki daha nadir bir felaket olan küresel salgınla karşılaşınca tedbir meselesi ve hemen ardından da o zora katlanamayanların sığındığı “tevekkül yanılgısı” ile ilk defa bu kadar açık yüzleştik. Yazımın tamamını okumaya sebat edecekler için tevekkülün bir yanılgı olduğunu kastetmediğimi izah etmeme gerek yok ama tedbiren edeyim: “tevekkül yanılgısı” derken yanlış anlaşılmış bir tevekküle sığınmayı kastediyorum. “Deveni sağlam kazığa bağla, sonra da tevekkül et.” öğüdünü aştığını zannederek devesini bağlamadan tevekkül etmeyi “yüksek” imanlarına bağlayanları kastediyorum. Sel gelirken “alnımda yazılmışsa burada öleceğim” deyip yolun ortasında durma cesaretini gösteremeyeceklerdir ama “alnıma yazılmışsa burada öleceğim” diyerek deprem olmasını beklerler. Bu düpedüz kolaycılıktır çünkü depremden sakınmak için göç etmek, evini taşımak, evini yeniden yapmak, evini daha küçük ama sağlamı ile değişmek gibi seçeneklerin hiçbiri “kaderde ne varsa o olur” deyip deprem olmayacakmış gibi yaşamak kadar kolay değildir. Maskeyi gereği gibi takmak, dinin apaçık emri olan karantinaya katlanmak, salgını yok sayarak yaşamak kadar kolay değildir.
Devesini sağlam kazığa bağladığı hâlde son ve kesin takdirin Allah'tan olduğunu, yani yine de devenin kaybolabileceğini, çalınabileceğini, ölebileceğini bilip iman etmek, tüm bu sonuçlardan razı olabilmektir tevekkül. Bağlamadan kendinden emin olmak değil, bağlasa da kendinden emin olamamak! İşte basit ama büyük yanlış anlaşılma! Basit çünkü böyle olmasaydı yüce peygamber “Tevekkül et yeter.” derdi. Büyük çünkü imanını büyük sananların sahip oldukları asıl büyük şey kibir. Ben biliyorum, ben farkındayım, ben uyanığım, ben akıllıyım gafletine bulanmış kibir.
İnsanı bu kibre meylettiren ise rahatçılık ve onu besleyen de sonu gelmez söylentiler, muhakeme hataları, yanlış anlamalar, yorumlamalar, okumalar... Bilgi çağı diye girdiğimiz gelbilibilgi çağında kitleler artık çarpıtılmış bilgi ile avlanıyor. Önümüze yem atılmayan gün, hatta saat yok. Her karşılaştığımız bilgiyi defalarca ölçüp biçmeye, tartıp teyit etmeye muhtacız. Tedbiren! Bu zorluğa da katlanmayanlar kolaycılıklarına kolaycılık katarak, çok basit şekilde kurgulanmış, çarpıtılmış, uydurulmuş bilgileri, duyumları bir araya getirerek katiyen emin olamayacakları söylentileri çoğaltıyor ve kaygan zemini azimle cilalıyorlar. Hele bir de bu yanılgılar hatalı çıkarımlara malzeme edilmiş kişisel bir tecrübeyle desteklenirse tüm bilimsel verilerin üzerinde bir değerle kemikleşiyor kişinin zihninde. Bir iki saat dinmeyen baş ağrısına tutulduğu her sefer ağrıkesici ilaca başvuranlar ömründe belki bir kez olacağı aşıların, alacağı ilaçların art niyetler için kullanılacağına inanıyor. Elinden telefonu bırakamayan, hayatını haz kovalamak ya da beğeni yakalamak için kurgulayanlar çiple idare altına alınacaklarından kaygılı. Tutarsız kısıtlamalar, haksız cezalar, samimiyetle doğruyu ararken tökezleme misali karşılaşılan ama kısa zamanda aşılan yanlışlar, ilk defa yaşadığımız büyük bir felakette düştüğümüz tüm acemilikler, her türlü insanî zaafımız bu şüphecileri besleyen yeni bir veri teşkil ediyor. Bunları derinlemesine bir değerlendirme ile çabucak aşabiliyorsunuz. Ama karşınızda, kapsamlı ve tutarlı her muhakemeyi “uyanın” sihirli sözcüğü ile göğüsleyen bir kitle olduğunda kendi tedbiriniz ve vicdanınızca amel edip Allah'ın takdirine sığınmaktan başka yapacağınız pek bir şey yok.
Doğruyu bizzat bulacak ilim ve imkanımız yoksa, Allah'ın verdiği akıl ile gayretini birleştirip sorunun çözümünü arayanlara itibar ederek meseleyi çözmek gerekir. Oturduğu yerden duyduklarına inanlara itibar ederek değil. O kolay, akledilmemiş, tefekkür içermeyen, sığ inanma eylemi ile elde ettiklerini bize göstersinler ki onlara inanalım. Örneğin sel gelirken su yolunda öyle bir imanla dursunlar ki su onları götüremesin, suyu yarsınlar da yürüsünler, suyun üzerinde yürüsünler, suyun üzerinde uçsunlar, suya hükmetsinler, en azından sudan sonra orada sağlıcakla kalsınlar da bir bakalım; kendilerinden açığa çıkan hikmet nedir. Onu da bir ölçüp biçip tartalım. Hak yolda iseler iman edelim, menkıbelerimize konu olsunlar. Bize yol göstersinler. Değilse sussunlar da akılları bulandırmasınlar. Bildiklerini okusunlar ama kimseyi şaşırtmasınlar.
Bu, salgından mülhem bir yazı gibi görünse de aslında tedbir-tevekkül dengesizliğine itirazım beklenen deprem karşısında günden güne daha önemli hâle geliyor. Zira depreme karşın “kaderimizde varsa nerede olsa ölürüz” söylemi daha bir kıvançla kullanılmakta. Oysa ölmekle, bunu diyenlerin ölmesiyle sonlanmayacak sürece dikkat kesilmek gerekiyor. Bugünden bilinmeyen kaza, bize nasıl bir imtihan hazırlıyor? Ölmek en hayırlısı olabilir mi? Nice ailelerde biri ölecek, diğerleri açıkta kalacaktır. Bazı ailelerde diğerleri ölecek biri tek başına çaresiz kalacaktır. Kaderinde ölmek olan hangimiz olacağız, kalmak olan hangimiz? Evsiz kalanlar, elsiz kalanlar, ayaksız kalanlar, yoksul kalanlar, aç kalanlar, yolsuz yardımsız kalanlar ne kadar çok olacaktır. En iyimser yıkım tahminleri dahi dünyanın bütün yardım ekiplerinin yetersiz kalacağı sonucuna varıyor. Hiç ulaşılamayacak, hiç kaldırılamayacak enkazlar, şehri terketmesi mümkün olmayacak, olsa da sıfırdan bir hayata başlamak zorunda kalacak olanlar... Dört bir yandan fırsatçılarla, hasetçilerle, hainlerle, düşmanlarla sarılmış memleketin kalbini en zayıf anında savunamayacak olanlarımız hangimiz olacak? Ve bütün bunların karşısında “öleceksek öleceğiz” deyip “ölmezsek ne olacak?” diye sormayanlar. Depremde ölmenin kaderi olduğundan insan neden bu kadar emin olur? Ya değilse. Ya kaderi, alacağı tedbirin devamında olacaklar ise. Ve ailesinin, milletinin, devletinin bekası için elden bırakmadığı diğer bütün işler gibi bu tedbir de elden bırakılmaması gereken en öncelikli görev ise. Şimdi bir kez daha düşünelim. Ailemiz, evlatlarımız, geleceğimiz için iyi bir iş, daha huzurlu ve rahat bir hayat imkânı doğduğunda bir başka şehre göçer miyiz yoksa kaderimde iyi bir iş varsa beni burada da bulur diyerek, çektiğimiz tüm sıkıntılara rağmen olduğumuz yerde bekler miyiz? Terazinin bir kefesinde, insan için en sırlı ama en gerçek mesele olan ölüm varken vereceğimiz kararla, hayatın içinden bir çıkar varken vereceğimiz karar farklı ise seçimlerimizi doğrudan değil kolaydan yana yapıyor, zor karşısında küçük ve gündelik çıkarlara tamah ediyor olabiliriz. Tedbir almak yerine riyalanmış bir tevekküle sığınıyor olabiliriz.
Yazıyı sonlandırırken “tedbir” kelimesinin fıkhî karşılığının zihnimde uyandırdığı çağrışımla düşüncenin önünü açmak istiyorum. İslam fıkhında, kişinin, ölümünden sonra kölesini azat ettiğini vasiyet etmesine tedbir deniyormuş. İnsan bunu kendi ahireti için mi yapar, kölesinin dünyası için mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder