RUHUN DİRİLİŞİ (1974)
Yazar Nietzsche' "tanrı ölmüştür" söylemini ve Marx'ın da bu çizgiye gelişini ruhlarının ölümlerine bağlıyor. Tıpkı havarilerinin Hz. İsa'nın kaybı sonrası kendi ruhlarına olan inançlarını yitirmeleri, çöküş yaşamaları, bundan dolayı kendilerini suçlamaları ve kendi ruhlarını çarmıha gerip bunu İsa'ya atfetmeleri gibi, çarmıha gerilenin İsa olmadığı gibi, ölenin de tanrı değil ondan uzak kalanların yeni bir madde dirilişine heveslenen ruhları olduğunu açıklamış.
İsrail kavminin ve Hintlinin ineği, Mısırlı'nın Apis öküzünü kutsallaştırması ile müslümanın dünya düzenini ortaya koyan Bakara (inek, sığır) suresine bakışını kıyaslayarak madde ve mana bakışları arasındaki farka işaret etmesi çok çarpıcı. Tüm dinlerin temellerindeki sembollere maddesel bakış islamın anlama ulaştırmasıyla sonlanıyor.
Hz. İbrahim'i milletle, Hz. Yusuf'u devletle birlemiş. İbrahim etrafına baktı ve ilahını kendi seçti. Yusuf ise rüyasında kendisine secde edilen, yani seçilendi. İbrahim topluma hitap etti ve insanları etrafında topladı, Yusuf ise toplanmış olan insanlara hükmetti. İbrahim ateşle muhatap oldu, ateşi aşmak ilahi bilgiye ulaştırdı. Yusuf ise zindanla. Zindan devletin cezasıydı, kapısı devlete açıldı.
Hz. İbrahim Babir-Mısır kutuplaşmasını, Hz. Musa Mısır-Medyen ve Mısır-Kenan kutuplaşmalarını, Hz. Yusuf Filistin-Mısır kutuplaşmasını ve peygamberimiz Mekke-Medine kutuplaşmasını yaşadılar. Peygamberlerde hicret bir kutuptan diğerine kayış, sonra inkar kutbuyla inanç kutbunun karşılaşması, sonrada kutuplar arası zıtlığın inanç potasında erimesiyle sonuçlanır. Hicretle başlar gidiş, fetihle biter dönüş.
8 ay önce yazdığım "Puta Tapmak" başlıklı yazımda anlatmaya çalıştıklarımla birebir örtüşen bir görüşe, fikre sahip olması tefekkürümün başarısı açısından beni sevindirdi.
Sartre, Camus, Nietzsche, Tolstoy, Dostoyevski gibi filozof ve yazarların ölüm sonrası dirilişle mücadelelerini, varoluş üzerine görüşlerini ve bu düşüncelerin onlara yaşattıklarını açıklıyor. Bu düşünürlerin tamamı ölümden sonra diriliş yerine ruhun bu dünyada dirilişi üzerinde durmayı tercih ederken, dindar denilebilecek filozoflardan olan Kierkegaar dahi eserlerinde ahiretten bahsetmemiştir. Bu da batı medeniyetinin ahiretsiz bir din görüşünü alt yapı olarak kurduğunu, üzerine de cennetsiz, cehennemsiz bir hristiyanlık inşa ettiğini gösteriyor.
Ölümü düşünen, ölümle iç içe yaşayan medeniyetlerde hayat aydınlık, ferahlatıcı, iyimser iken maddeci bakış nedeniyle ölümden uzak durmaya çalışan medeniyetlerde ise karanlık, kötümser bir ruh hali ve dünya hayatı vardır. Aksi beklenen her iki durum da ilgili medeniyetlerin sanatlarına ve edebiyatlarına apaçık şekilde yansımıştır. Bu, ölümden sonrasıyla ilgili soruları sormanın veya sormamanın, cevap alabilmenin veya alamamanın sonucudur.
İSLAM (1985)
Bir çok soyut kavram üzerine yorum ve görülerini paylaşmış ancak bunlar benim anlayışımın ve görüşümün yetersizliğinden olacak ki henüz kapıları aralamıyor. Somut tespit ve analizlerinden oruç-çocuk ilişkisine değindiği kısım bu gündelik konuya farklı bir bakış getirmiş. Çocukluktaki baba kavramının batı medeniyetinde tanrı baba kavramıyla paralel ilerlemesi, ergenliğe geçişle tanrı babadan alelade babaya geçişin ani olması, babanın değerini yitirmesine ve önce baba ile sonra aile ile bağların kopmasına sebep oluyor. İslamda ise çocuğun büyümesinin bir ispatı olan oruç, ergenliğe geçişte çocuğun, kendisinden de babasından da üstün bir gücü idrak etmesini, birlikte onun önünde eğilmenin kaynaştırıcı etkisiyle birinci babadan ikinci babaya yumuşak geçmesini sağlar.
İslam üzere yaşanan bir evde, çocuk bakışıyla büyümenin sembolünün sigara içmek değil oruç tutabilmek olması hoş ve çok önemli bir tespit.
Dinlerin putlaştırmaya yönelişi ve islamın buna karşı duruşu konusuna değinirken Claudel'in mihrabı put olarak görmesindeki aldanışı açıklamış; ibadetlerini bir çok mum, heykel, ikona gölgesinde yapanların ibadetin muhatabı değil abidin yeri olan mihrabı put olarak görmelerine şaşırıyor. Gerçekten de mihrap hiçbir müslümanın imamın durduğu yerden başka bir anlam yüklemediği birşeydir. Diğer yandan islamın kutlu olduğu bildirilen Kadir gecesini dahi gizleyerek putlaşmasını önleyecek kadar ince bir çizgi üzere kurulmuş bir düzen olduğunu ve bunun da ilahi oluşunun diğer bir ispatı olduğunu söylüyor.
Batının ceza hukuk sistemindeki aksaklık ve eksikliklerin islamın kısas sistemiyle teoride de pratikte de nasıl çözülebildiğini ve nasıl adil olabildiğini örneklerle göstermiş. Zaten bunu her birimiz yaşıyor ve tanık oluyoruz. Somut suçlara (cinayet, yaralama, tecavüz, hırsızlık, vb.) soyut cezalar (hapis, para) vererek ne mağdurları rahatlatabiliyor, ne de suçluları ıslah edebiliyoruz. Canlı suçlara ve suçlulara (katil, hırsız) ölü cezalar (hapis, para) verilmesi, farklı suçlara (cinayet, hırsızlık) aynı nitelikte niceliği farklı cezalar (süreleri farklı hapis cezaları) verilmesi suç-ceza ilişkisinde kopukluk ve dolayısıyla tatminsizlik getiriyor. Medeniyetin son noktası denilen sistemler insanlık tarihinden bu yana gelen sorunların çözümünde en ufak bir ilerleme kaydedememiş durumdadır. Kısas ile tüm bu sorunlar ortadan kalkarken, aslında müsamahakar gibi görünen ceza sistemlerinin ruhu öldürdüğü, hayatın sağlıklı şekilde devamı ihtimalini ortadan kaldırdığı, ancak adilane bir hesaplaşmanın hayatın devamına olanak sağladığı, biraz düşünülürse kolayca anlaşılabilir.
Ekonomik karşılaştırmalar önceki eserlerle benzerlikler taşıdığından tekrar değinmeye gerek görmüyorum.
"Tüveyç" ve "muştu" kelimeleri hazineye eklenen yeni mücevherler oldu. "Sanrı" yerine "sanı" kelimesinin kullanılması gerektiğini savunurken yazarın da tercihini bu şekilde kullandığını gördüğüm için de ayrıca mutlu oldum. Somut ve soyut kelimeleri yerine konkre ve abstre gibi dilimize zorlasak da girmeyecek kelimeleri tercih etmesine de aynı ölçüde şaşırdım.
Sartre, Camus, Nietzsche, Tolstoy, Dostoyevski gibi filozof ve yazarların ölüm sonrası dirilişle mücadelelerini, varoluş üzerine görüşlerini ve bu düşüncelerin onlara yaşattıklarını açıklıyor. Bu düşünürlerin tamamı ölümden sonra diriliş yerine ruhun bu dünyada dirilişi üzerinde durmayı tercih ederken, dindar denilebilecek filozoflardan olan Kierkegaar dahi eserlerinde ahiretten bahsetmemiştir. Bu da batı medeniyetinin ahiretsiz bir din görüşünü alt yapı olarak kurduğunu, üzerine de cennetsiz, cehennemsiz bir hristiyanlık inşa ettiğini gösteriyor.
Ölümü düşünen, ölümle iç içe yaşayan medeniyetlerde hayat aydınlık, ferahlatıcı, iyimser iken maddeci bakış nedeniyle ölümden uzak durmaya çalışan medeniyetlerde ise karanlık, kötümser bir ruh hali ve dünya hayatı vardır. Aksi beklenen her iki durum da ilgili medeniyetlerin sanatlarına ve edebiyatlarına apaçık şekilde yansımıştır. Bu, ölümden sonrasıyla ilgili soruları sormanın veya sormamanın, cevap alabilmenin veya alamamanın sonucudur.
İSLAM (1985)
Bir çok soyut kavram üzerine yorum ve görülerini paylaşmış ancak bunlar benim anlayışımın ve görüşümün yetersizliğinden olacak ki henüz kapıları aralamıyor. Somut tespit ve analizlerinden oruç-çocuk ilişkisine değindiği kısım bu gündelik konuya farklı bir bakış getirmiş. Çocukluktaki baba kavramının batı medeniyetinde tanrı baba kavramıyla paralel ilerlemesi, ergenliğe geçişle tanrı babadan alelade babaya geçişin ani olması, babanın değerini yitirmesine ve önce baba ile sonra aile ile bağların kopmasına sebep oluyor. İslamda ise çocuğun büyümesinin bir ispatı olan oruç, ergenliğe geçişte çocuğun, kendisinden de babasından da üstün bir gücü idrak etmesini, birlikte onun önünde eğilmenin kaynaştırıcı etkisiyle birinci babadan ikinci babaya yumuşak geçmesini sağlar.
İslam üzere yaşanan bir evde, çocuk bakışıyla büyümenin sembolünün sigara içmek değil oruç tutabilmek olması hoş ve çok önemli bir tespit.
Dinlerin putlaştırmaya yönelişi ve islamın buna karşı duruşu konusuna değinirken Claudel'in mihrabı put olarak görmesindeki aldanışı açıklamış; ibadetlerini bir çok mum, heykel, ikona gölgesinde yapanların ibadetin muhatabı değil abidin yeri olan mihrabı put olarak görmelerine şaşırıyor. Gerçekten de mihrap hiçbir müslümanın imamın durduğu yerden başka bir anlam yüklemediği birşeydir. Diğer yandan islamın kutlu olduğu bildirilen Kadir gecesini dahi gizleyerek putlaşmasını önleyecek kadar ince bir çizgi üzere kurulmuş bir düzen olduğunu ve bunun da ilahi oluşunun diğer bir ispatı olduğunu söylüyor.
Batının ceza hukuk sistemindeki aksaklık ve eksikliklerin islamın kısas sistemiyle teoride de pratikte de nasıl çözülebildiğini ve nasıl adil olabildiğini örneklerle göstermiş. Zaten bunu her birimiz yaşıyor ve tanık oluyoruz. Somut suçlara (cinayet, yaralama, tecavüz, hırsızlık, vb.) soyut cezalar (hapis, para) vererek ne mağdurları rahatlatabiliyor, ne de suçluları ıslah edebiliyoruz. Canlı suçlara ve suçlulara (katil, hırsız) ölü cezalar (hapis, para) verilmesi, farklı suçlara (cinayet, hırsızlık) aynı nitelikte niceliği farklı cezalar (süreleri farklı hapis cezaları) verilmesi suç-ceza ilişkisinde kopukluk ve dolayısıyla tatminsizlik getiriyor. Medeniyetin son noktası denilen sistemler insanlık tarihinden bu yana gelen sorunların çözümünde en ufak bir ilerleme kaydedememiş durumdadır. Kısas ile tüm bu sorunlar ortadan kalkarken, aslında müsamahakar gibi görünen ceza sistemlerinin ruhu öldürdüğü, hayatın sağlıklı şekilde devamı ihtimalini ortadan kaldırdığı, ancak adilane bir hesaplaşmanın hayatın devamına olanak sağladığı, biraz düşünülürse kolayca anlaşılabilir.
Ekonomik karşılaştırmalar önceki eserlerle benzerlikler taşıdığından tekrar değinmeye gerek görmüyorum.
- o -
Armağan, Hızırla Kırk Saat, Çağdaş Batı Şiirinden adlı eserleri şiir ve hikaye içerikli olduğundan üzerine yorum yapmaksızın okumak, yorumu okuyanın kendisine bırakmak daha uygun düştü.
Son olarak;
"Tüveyç" ve "muştu" kelimeleri hazineye eklenen yeni mücevherler oldu. "Sanrı" yerine "sanı" kelimesinin kullanılması gerektiğini savunurken yazarın da tercihini bu şekilde kullandığını gördüğüm için de ayrıca mutlu oldum. Somut ve soyut kelimeleri yerine konkre ve abstre gibi dilimize zorlasak da girmeyecek kelimeleri tercih etmesine de aynı ölçüde şaşırdım.