8 Mart 2022 Salı

Karabekir'in Çocuğu Olmak

 


Karabekir'in Çocuğu Olmak


Milli Mücadele Doğu Cephesi Komutanı, Edirne Milletvekili, TBMM başkanı ama hepsinden önemlisi “Devlet Baba” kavramının vücut bulmuş hâli Kazım Karabekir Paşa. Her davanın üstünde tutulacak bir dava olarak benimsediği ve 4000 yetimi yurt için yetiştirmeye vesile kıldığı “Çocuk Davamız” ona bu ünvanı kazandırıyor.


İçinde bulunduğu her savaş sahasını terk etmeden önce arda kalan yoksul, yetim, çaresiz çocukları güvenceye almayı dert edinen Karabekir Paşa, bu dert birikimini Cihan Harbi'nden sonra Sarıkamış'a kurduğu bir yetim kasabası ile eşi görülmemiş bir teşkilata dönüştürüyor. Bu teşkilata gerek devlet gerek millet eliyle kaynak sağlamak, her bir taşına, tahtasına, çivisine dokunmak, çocukların kıyafetlerinden eğitimleri için kullanılacak malzemeye kadar üretmek, ürettirmek, temin etmek, derslere girip öğretmenlik, başlarını okşayıp, hasbihâl edip babalık etmeye kadar her aşamasında elini taşın altına koyuyor. Büyük kayıplarla atlatılan savaş sonrasında bakımsız kalacak çocukların milli tehlikeye ve vatan enerjisinin kaybedilmesine sebep olacağını görüyor ve ömrünü bu gidişâtı değiştirmeye vakfediyor. Devrin çok ilerisinde ve hatta muasır medeniyet temsilcilerini de şaşırtacak düzeydeki eğitim sistemi ile yetiştirdiği “Çocuk Ordusu” aldıkları eğitim ve terbiyeyi yurdun dört bir yanında yaptıkları gösterilerle halka taşıyor ve bu sayede hem kültürel hem maddî kalkınma yönünde hızlı bir bilinçlenme sağlanıyor. Çoğumuzun haberdar olmadığı bu muazzam çabadan bazı örneklere değinmek borcunu hissedişimiz bu yazıya sebep olmuştur ve Paşa'nın öngörülerindeki isabeti ortaya koyarak bugün hâlâ üzerimize vazife olan tamamlanmamış görevleri bizlere hatırlatacaktır.


Kazım Karabekir Paşa çocukların futbolun seyircisi olarak kalmasındaki sakıncayı o günlerde fark edip onları türlü sporlara ve oyunlara yönlendiriyor. Atıcılık (endaht) üzerinde ısrarla durmuş, nefse itimâdın (özgüven) en kuvvetli şekilde ancak atıcılıkla temin edebileceğini defaatle söylemiş ve çocukların bu spora on üç yaşında başlatılması gerektiğini savunmuş. Bugün ateşli silahlarla yapılan olimpik atıcılık sporlarına başlama yaşı on ikidir. Doğu cephesinin muzaffer kumandanı olarak kış sporları, kızak ve kayakçılığın teşkilatlandırılması için de çok uğraş vermiş. Uludağ'da bu sporun yapılabileceğinden 1930'larda bahsetmiş, aynı zamanda doğu illerinde de irtibatı kolaylaştıracak bir faaliyet olarak öne çıkarmış. Kendisi dile getirip sistemleştirdiğinde muhalefet edilen beden terbiyesi kanunları geç de olsa hayata geçtiğinde, yaşanan vakit ve insan kaybından dolayı Atatürk'e gücenmekle birlikte asıl suçu onu yanıltan dalkavuklarda buluyor ve Atatürk'ün elde edilecek sonuçları göremeyecek olmasına çok üzülüyor.


1923 İktisat Kongresinde Mevlid Kandilinin aynı zamanda Kitap Bayramı olarak kutlanmasını teklif etmiş, kabul ettirmiş ancak bu uygulama sadece kendi görev süresince devam ettirilebilmiş. “Oku” ilk emrine muhatap olan ilim peygamberinin doğumunu kitap hediyesi ile kutlamak inceliğine dikkat buyurunuz. Kongrenin açılış konuşmasında Paşa'nın açıkladığı üç tedbirin ilki insan, hayvan ve ürünlerin iyi muhafazası, beslenme ve sağlık yönlerinden korunması, ikincisi ürünlerin çoğaltılması, bunları taşıyacak tren, vapur, vb. altyapının kurulması ve üçüncüsü de düğünler ve modaya sarfedilen gereksiz para başta olmak üzere topyekün bir tasarruf hamlesi! Kalkınma çabamızın halen aynı minvalde devam ettiği ve sorunlarımızın da pek değişmediği görülmektedir. Sizleri, kongrenin kapanış konuşmasından alıntıladığım şu cümlede işaret edilen yolun neresinde olduğumuzu düşünmeye davet ediyorum. "...İşte çocuklarımızın doğduğu günden itibaren kursağına Nestle sütü dökersek, ecnebi bez ve pamuklarına sarıp yine ecnebi beşiğine yatırırsak, ayağındaki patiğinden başındaki mavi nazar boncuğuna ve elindeki oyuncak teneke parçasına kadar ecnebi malından yaparsak ve üstüne bir de kulaklarına 'benim oğlum paşa olacak' gibi ninni söyleyerek uyutturucu telkin yaparsak, büyüdükten sonra tabiidir ki üstünde ve muhitinde mütezayid olmak üzere yabancı mallar bulunacak ve paralarımız mütemadiyen akıp boşa gidecektir." (2015, s.:263)


Paşa'nın “Çocuk Ordusu” okullarında yetişen çocukları -dönemin en iyileri- memleketteki vahim durumun farkında idiler ve yaptıkları bir yurt gezisinden sonra Paşa'ya yazdıkları mektuplarda halkın sağlıksız kahvehanelerde vakit öldürdüklerinden, bunun gelişmeye mâni olduğundan yakınıyorlardı. Bugünse o yaştaki cevherlerimiz nargile kafelerde zaman öldürmekteler. Çocuklar doğudaki okullarda öyle bir eğitim ve terbiye almışlardı ki batıdaki okullara misafir öğrenci olarak gönderildiklerinde, okul müdürleri çocukları iade etmek istemiyorlardı. Paşa görevini tamamlayan çocukları geri çağırıyor, müdürler paşaya çocukların kendilerine bırakılmaları yönünde ısrarlı mektuplar yazıyorlardı. Sonunda Paşa, doğuda akrabası ve bağı olmayıp kalmakta istekli olanların gittikleri yerlerde kalmalarına izin verdi. Bu çocukların diğerlerine örnekliği öğretmenlerin ve müdürlerin etkisini bile aşan bir değerdeydi ki kalmaları böylesine önemli ve elzem görülmüştü.


Çocuk Ordusu neferlerinin aldığı terbiye sağlam temellere dayanıyordu. Onlara hamaset ve ötekileştirmeden âzade şekilde öğretilen beş düşmanları ahlâkî düşman, sıhhî düşman, iktisadî düşman, içtimaî düşman ve siyasî düşman idi. Bunlara karşı tedbirleri ise salabetli (dayanıklı), sağlam, samimi, sadık, sabırlı olmak neticesinde kazanacakları fazilet, faaliyet, fikir, feragat ve feda vasıflarıydı. Karabekir Paşa tanzimattan beri işlenen iki sinsi projenin farkındaydı. Fikir ve iş adamı yerine çene ve sandalye adamı yetiştirmek. Devletin idarî, malî, ilmî, iktisadî tüm kuvvet ve servetlerini, icabında kolayca işgâli mümkün olan İstanbul'da toplamak. Yüzyıllık sorunların hâlâ bir adım ötemizde duruyor olmasından duyduğunuz üzüntüyü elbette paylaşıyorum.


Bugün Ermeni meselesinde anlaşılmaz bir unsur olarak karşımıza çıkan nüfus-etki gücü orantısızlığı da o devrin eğitim faaliyetlerine dayanıyor. Karabekir Paşa'nın Sarıkamış'taki iki üç bin yetim öğrencisine karşılık Amerikalıların Ermenistan'daki okullarında otuz kırk bin öğrenci mükemmelen yetiştiriliyordu. Üstelik Paşa, himayesinde kalan Ermeni yetimleri diğerlerinden ayırmaksızın muhafaza etmekte ve Trabzon ve Gümrü'deki hristiyan yetimhanelerine salimen teslim etmekte hiç tereddüt etmemişti. Bugün sadık millet olarak kapsadığımız vatandaşlarımız muhtemelen Paşa'ya baba diyen yetim Ermeni dedelerimizin torunlarıdır.


Paşa, sayısı çok yetersiz olan anaokullarımızın o zaman dahi anne-babayı rahatlatma, çocuktan kurtarma işlevi gördüğünü, oysa gelişmiş ülkelerdeki yaygın benzerlerinin çocuğu hayat mücadelesi içerisine soktuğunu ve hayata hazırladığını yazmış.


Pekiyi ya onun bugün dahi geçerliliğini koruyan öngörülerine ve verimi ispat edilmiş eğitim sistemine rağmen neden yerimizde saymışız? İç bedhahlar görevdedir de ondan. Üçüncü mecliste vekil olmasının önü kesilen Paşa, yedi sekiz yıl önce yaptığı uyarıların dikkate alınmayışından, öngördüğü ancak uygulanmayan tedbirlerin, iş işten geçmiş olduğu hâlde İsmet Paşa tarafından ancak 1930 yılında mecburen uygulamaya alınışından yakınıyor. 1931 yılında dördüncü meclis seçimlerine giriyor ancak kendisine oy verilmemesi için emirler yayımlandığını yazmış. Ve nihayet "Çocuk Davası" tamamen terk edilmiş durumda! 12.7.1931 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan "Fuhşiyat" başlıklı yazı gençliğin düştüğü vahim hâli yansıtıyor. (2015, s.:367) 1920'lerin başında günde elli çocuğu giydirip kuşatan ve uygun bir eğitim kurumuna yerleştiren Paşa, 1935'te bir emekli subayın bakımsızlıktan ölmek üzere olan çocukları için İsmet Paşa'ya yazdığı yardım mektubuna elli gündür cevap alamadığından yakınmış. Hiç alamamış. Ölmüşler! Eğitim teşkilatlanması sağlanamadığı için bakımsız kalıp sokağa terk edilen çocuklarla ilgili koruma yasalarını savunmak yıllar sonra yine Karabekir Paşa'ya düşüyor. Eğiterek kurtarmasına izin verilmeyen çocukları bu defa sosyal yardımlarla, bakım ve ıslah evleriyle kurtarmaya çalışıyor. Oysa bütün planlarını bu hazin sondan kaçınabilmek için yapmıştı.


Onun yetiştirdiği çocukları görenler "keşke şehit olsak da bizim çocuklarımız da böyle yetiştirilse" diyecek kadar kendinden geçiyordu. Berrak bir zihin ve aşkla ışıyan bir kalp ile çocuk yetiştiren, yetimlerin Paşa Baba dediği Kazım Karabekir'in “Çocuk Davası”nı okuma ödevimizi sahiplenelim. Birçok meclis konuşması, resmi yazışma, tutanak ve fotoğrafla belgelenmiş bu büyük çaba, bu kutsal mücadele bugünün eğitimcilerini ve ebeveynlerini utandıracak bir sertlikle üzerimizden bakmaktadır. Çocukların millete, ümmete, topluma ve insanlığa da yapı taşı olarak yetiştirilmesi gerektiğini aklından çıkarmayanlara selam ile...


"Gençlerin hayatta ilk ve son vazifesi hakikat severlik olmalıdır."


"Hakikatleri olduğu gibi öğren, tenkitleri de dilediğin gibi yap. Bunlar sana irfan ve vicdan borcudur."


"Çocuk davasını gereği gibi ele almayan ve onu halledemeyen bir hükümet ne yaparsa yapsın asıl vazifesini yapmış sayılmaz. Çünkü yapılan her şey istikbâlde kuvvetli ellere tevdi olunamayacağından o işler payidar olmaz ve milli bünye de tehlikede sayılır."

8 Ocak 2022 Cumartesi

Öğretmene Vefa


 


Dedemin hikâyeleri vardı, gülümseten anıları...


Çoğu "kaptığım gibi örsü adama bir vurdum, adam bîhoş oldu" diye biterdi. Bazen eşi dostu, bazen bir akrabayı, sahip çıktığı yetimlerden birini ama nihayetinde bir garibi dayak yemekten kurtaran son hamlesiydi bu. Anlatırken keyiflenir, bizi de eğlendirirdi. Bugün paylaşacağım hikayesini ise onun ağzından dinlemedim. Hikayeyi daha güzel, daha anlamlı kılan da bu; başkalarının ağzından dinlemek, başkalarının yazdıklarından okumak. Bir kahramanlık ve bir vefa hikayesi bu. Baki Burhan Akırşan'ın "Taşkentlilerin Hikâyeleri" isimli kitabından.


Abdurrahman Akay ve Seyfettin Güneri Öğretmen



Ankara’nın Anafartalar Caddesi'ndeki sokaklardan birisinde Abdurrahman Akay hemşehrimizin çocuk elbiseleri imal edip sattığı bir iş yeri vardı. İsmi “Taşkent Bebe Pazarı” idi. Bir gün buraya kırk beş, elli yaşlarında biri girdi. Selam verip, hayırlı işler diledikten sonra;


“Dışarıda 'Taşkent Bebe Pazarı' yazan levhanızı gördüm, Konya’nın Hadim ilçesine bağlı Taşkent bucağı ile bir ilginiz var mı, yoksa bir isim benzerliği mi diye bir sorayım dedim, onun için rahatsız ettim” dedi.


“Evet ilgimiz var ben Taşkentliyim” diye cevapladı hemşehrimiz.

“İyi öyleyse doğru gelmişim, ben öğretmenliğe 1937'de Taşkent’te başladım. İsmim Seyfettin Güneri” deyince hemşehrimiz yerinden fırladı.


“Oooo! Hocam hoş geldiniz, şükür görüştürene, ben sizin ilk okuttuğunuz beşinci sınıfın öğrencilerinden biriyim. Buyurun.” diyerek yer gösterdi. Gerekli ikramlardan sonra konuşmaya başladılar.


-Hocam bir iş için mi geldiniz, yoksa burada mı bulunuyorsunuz?

-Üç gündür buradayım. Biliyorsunuzdur, sizin orada bir ders yılı görev yaptıktan sonra asker oldum. Dönüşte tekrar sizin orada iki yıl öğretmenlik yaptım. İstanbullu olduğum için sonra oraya tayinimi istemiştim. 1941 – 1942 ders yılından sonra tayinim çıktı. Bu zamana kadar hep orada görev yaptım. Tabii evlendik, iki oğlum var, ikisi de bu sene Ankara’daki üniversitelere başladılar. Ben de hem başlarında bulunurum hem masraf da az olur diye buraya tayinimi yaptırdım. Üç gündür kiralık ev arıyordum, bize göre bir yer de buldum. Hem çocukların gidip gelmesine uygun hem de görev yapacağım okula yakındı. Her şey tamam derken, ev sahibi “altı aylık peşin isterim” diye tutturdu. Ne kadar ısrar ettimse de adamı ikna edemedim. İş yeri buraya yakın, yanından ayrılınca sıkıntımı dağıtmak için Anafartalar Caddesi'ne çıktım, şöyle Saman Pazarına doğru yürürken sokakta levhanızı gördüm ve buraya geldim; iyi de etmişim. Ben Taşkentlileri çok sevmiştim, Anadolu insanı ile ilk sizin orada tanıştım, biraz konuşur özlem gidermiş oluruz diye düşündüm.


Seyfettin Bey'in konuşması bitince Akay hemşehrimiz iş gömleğini çıkarıp ceketini giydi ve;

“Hocam buyurun gidelim” dedi, hoca şaşkın sordu.

-Nereye gideceğiz?


-Gidip evi tutalım.


-Ama söyledim, o peşinatı ödeyecek durumda değilim.


-Hallederiz efendim buyurun gidelim.


-Aman Abdurrahman Bey oğlum, ben buraya her hangi bir talep için gelmedim, biraz laflayıp gideceğim sizi sıkıntıya sokmak istemem.


-Biliyorum hocam, ancak sizin sıkıntınıza sizden feyz almış birisi olarak ben nasıl kayıtsız kalabilirim? Merak etmeyin Allah’a şükür durumum iyi, yani daralmam, lütfen bana bu fırsatı verin! Geri çevirirseniz çok üzüleceğim, çünkü bunu yapmam için özel bir sebep de var.


Hoca daha fazla direnmedi artık, beraberce ev sahibinin yanına vardılar. Abdurrahman altı aylık kira için bir çek verdikten sonra adama; “Bana bak, her ne sebepten olursa olsun hocamın kapısını çalmayacaksın, ne isteyeceksen gelip bana diyeceksin” diyerek tembihledi ve ilave etti; “Tamam mı? Anlaştık mı?”


“Anlaştık” dedi adam. Evin anahtarını aldılar, vakit öğlen olmuştu.

“Hocam bir de yemek yiyelim” diyerek bir lokantaya girdiler, yemekte öğretmen;

-Abdurrahman çok duygulandım, Allah razı olsun, “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez” derler aynen öyle, yaptığın çok makbule geçti. Ama bir şey soracağım, “bunu yapmam için özel bir sebep var" dedin, merak ettim anlatırsan dinlemek isterim.


-Var hocam! Hem de benim için dağlar kadar üzerimde minnet yüklü bir sebebi var, sordunuz madem anlatayım. Siz Taşkent’e geldiğiniz yıl biz son sınıfta idik, siz de öğretmenimizdiniz. O sene idare, talebelerin gırlet gömlek ile beyaz yaka giymelerini istiyordu. Terzi Ethem Usta bunları bir liraya dikiyordu. Çocuklar yeni kıyafetleri ile okula gelip gidiyorlardı ama altı çocuğun ailesi bir lirayı bulup bu kıyafeti yaptıramadı. Azarlandılar, okula alınmadılar ama nafile, çaresizdiler. Nihayet siz bu altı talebeyi aldınız terziye götürdünüz, altı lirayı verdiniz, kıyafetleri diktirip giydirdiniz. İşte hocam bu altı çocuktan birisi bendim. Sizin de maaşınız o zaman her halde kırk liralardaydı, bu fedakarlığı yapıp çocuk gönüllerimizi ihya ettiniz. O günkü iyiliğinizin yanında benim bu yaptığım inanın bir şey değil. Bunu hatırladıkça hep size bir rastlayıp elinizi öpüp şükranlarımı bildirmeyi düşünürdüm, Allah bunu bana lütfetti şükür. Onun için hocam kendinizi sakın borçlu saymayın, gerisi size kalmış, daha yapabileceğimiz bir şey olursa her zaman emrinizdeyim. Şu anda günlerce susuz kalmışta suyu bulup içip kanmış gibiyim inanın.


Böylece ikisi de duygulara gark oldular. İşte kaderin bahşettiği bu mutlu tesadüf iki gönlü zengin insanı da doyasıya mutlu etti.


Bu cefakeş kahraman öğretmen, vefalı gönlü zengin adam ve iki ay önce aramızdan ayrılan hikâyenin aktarıcısı Baki Burhan Akırşan'ın ruhlarına birer fatiha ile biz de vefamızı gösterelim.




20 Aralık 2021 Pazartesi

Çocuk Şiiri ve Çocuk Şiir

 


Çocuk Şiiri ve Çocuk Şiir


Varlığı 'çocuk edebiyatı var mıdır' tartışmalarına paralel bir tartışma konusu iken, çocuk kitaplarının gördüğü ve günden güne büyüyen ilgiden de nasiplenemeyerek edebiyatın dehlizlerine mahkum olmuş, tozuna üflenesi bir çaba çocuk şiiri. Çocuksu şiir, çocukça şiir, çocuktan şiir, çocuğa şiir, çocuk gözüyle şiir, çocuğa göre şiir kıvranışları şiiri değil ona bakışımızı, ondan umudumuzu, beklentimizi tanımlamaya çalışıyor gibi. Şiirden çocuk tarafından “anlaşılmasını” mı bekliyoruz, ona öğretmesini mi, onu kapıp götürmesini mi, sarıp sarmalamasını mı? Biz dünyadan şiire sığınıyoruz diye, henüz kaçacak kadar tanımadığı dünyasında çocuğa da siper olmasını mı bekliyoruz şiirden? Yoksa çocuğu muhatap edinmekten âzade bazı şiirlerin kendisi mi çocuktur?


Bu son soruyla zihnimdeki çocuk şiiri ile “çocuk şiir” ayrılıyor, birbirinden uzaklaşıyor. Çocuk şiiri malum ama “çocuk şiir” dediğim, dünyanın ağırlığından şiirle de, şiirle bile kaçamamış şairin bir de çocukluğuna saklanması, en kaçınılmazlarına, annesine babasına karşı bile birlik olduğu çocukluk arkadaşlarından, çocukluk hâllerinden destek alması, en büyük sorunları aşıp büyümeyi başarabilen içindeki çocukla tekrar bir işbirliğine kalkışması. Şiirin çocuk hâli o. “Çocuk şiiri” değil, “çocuk şiir”! Yetişkin şairin, çok kapılı, çok pencereli, çift camlı, yalıtımlı, cam balkonlu, merdivenli, asansörlü, mozaik cepheli, şatafatlı mobilyalarla, ışıldayan avizelere dolu şiirini dört köşe, üçgen çatı, dumanlı baca bir ev gibi çizip yarısını boyamadan başucuna koyması. Koca şair kâbuslarını çocuk rüyalarına değişmesi.


Yaşın küçük daha

Ama gülle gibi olacak yüreğin

Biliyor musun”


Bu dizeler Mustafa Ruhi Şirin'in, çocuğa görelik ölçütüne ve çocuk gerçekliğine en uygun Cahit Zarifoğlu kitabı olarak bahsettiği 'Gülücük'ten ve şunlar da yine Zarifoğlu'nun dönemin travmalarına karşı çocuklaştırdığı politik şiirlerini içeren 'Ağaç Okul'dan.


Bunu rüyalardan

Çiçekli yorganımdan

Bir de ateşböceklerinden anlıyorum

Uyuyorum

Nasıl bilmeden”


Şirin'in 'Çocuk Kral'ı ise zihnindeki zamane çocuğuna, dedesinin, büyükannesinin, anne babasının çocukluğundan dem vurup, krallaştıkça yenilgileri de göğüsleyeceğini fısıldıyor;


Dedenin çocukluğu

Islıkla bulut çağırmak gibiydi

Büyükannenin çalı süpürgesi

Baharı getirirdi kırlara

Anneninkiyse yıldızlarda

Salıncak rüyası

İpi kopmuş uçurtmaydı

Babanın çocukluk tarihi

Biraz mızıkaya benzerdi

Biraz yaz yağmuruna

Daha çok da dünyayı

Okula çeviren zil sesine

Kraldır artık çocuk

Uzun yenilgilerin

Ve anlık zaferlerin de

Değişmeyen başkahramanı


Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın 'Allah Kuşları Çoğaltır' şiiri de çocuk şiirlerinden olmayan bir çocuk şiirdir.


Allah kuşları çoğaltır
İmansız gökleri doldurmak

Ağaçların korkunç yalnızlığı,

Kaybolur dallarda uçuşarak



'Çocuk şiir'den çocuk şiirine dönersek ninnilerle, türkülerle, şarkılarla, marşlarla kültürümüzün bir parçası olmasına rağmen salt şiir olarak hayatımızda pek yer tutmadığını, çocuk okurlara ve çocuklara okuyanlara yönelik içeriklerin en küçük payını şiirin aldığını söyleyebiliriz. “Şairler ülkesi”nde bu böyle ise diğerlerinde de farklı olması beklenmez. Selma Hacıosmanoğlu “Osmanlı'da Çocuk Musikisi” adlı kitabında İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Selahaddin İçli'nin güfte için şiir seçimi ölçütlerine yer vermiş: “...çocuğun kolay söyleyebileceği ve bir dil eğitimi yapacak kudrette özenle seçilmiş kelimelerden cümleleri ihtiva etmelidir. Diğer açıdan çocuk için elzem olan duyguları besleyen, çoğaltan, çocuğu olumluya yönlendiren bir amacı taşımalıdır. Genel olarak konuları anne, baba, kardeş, öğretmen, vatan, bayrak, Allah sevgisi, peygamberler, dua, şükür, Atatürk ve diğer önemli şahsiyetler, kitap, spor, tabiat, hayvan sevgisi, dostluk, kardeşlik, barış olarak sıralanabilir.” Konu dağarcığını genişletilebileceğini ve somuttan soyuta sadece temel çocuksu duygularla geçip imgeye sapmaktan kaçınmak gerektiğini belirtmekle beraber çocuğa hitap eden şiirin biçim çerçevesi aşağı yukarı budur diyebiliriz. İşte Yunus'tan dönemine dair bir örnek:


Ne bahtlı ol kişiye kim okuduğu Kur'an ola

Allah emrin tutalım

Ya ilâhi sana geldik bizi mahzun eyleme

Şol cennetin ırmakları...


Ve Dağlarca'nın onlarca çocuk şiirinden en sevdiği, “Balina ile Mandalina”dan dizeler:


Bana bakıyor

İki derin göz

İki derin gece.

Kocamanlığına göre

Gözleri çok küçük

Demek ki aç gözlü değil.

Öyle uzun ki boyu

Bin mandalina olsak

Sayamayız.


Seslendim

Adınız ne?

Kuş musunuz

Yoksa ayı mı?

Adım Balina benim

Biraz kuş biraz ayı

Biraz yaşama.

En kısası adım yalnızlık.

Bana Gökbalina derler sarı kardeş.

Peki senin adın ne?

Çiçek misin

Sapsarı böylesine

Yoksa ayışığı mı?

Benim adım Mandalinadır efendim

Sıcak ülkelerde bir ağaç yetişir

Sevinci yaşamasından güzel

Kokusu rengi sevincinden güzel

Biz mandalinalar

Çocuklarıyız onun.


İşte çocuk şiiri ve çocuk şairi! Şiirle dili gelişerek, dimağı genişleyerek, görüşü ve düşüncesi incelerek büyüyecek çocuklar için, her yaşın farklı seviyesine göre ayırarak yazdığı diğer kitapları ise şunlar: Arkaüstü, Bitkiler Okulu, Cincik, Cin ile Cincik, Dolar Biriktiren Çocuk, Dört Kanatlı Kuş, Göz Masalı, Kuş Ayak, Okulumuz 1'deki, Okulumuz 2'deki, Okulumuz 3'teki, Oyun Okulu, Su yıkamak, Yazıları Seven Ayı, Güneşi Doğduran. Çocuk şiirle tanıştıktan sonra Tevfik Fikret'in “Şermin”i, Mavisel Yener ve Aytül Akal'ın, Bestami Yazgan'ın, Mustafa Ruhi Şirin'in, Vural Kaya'nın, Refik Durbaş'ın, Ahmet Efe'nin, Mevlana İdris'in kitapları da bu mütevazi kategorinin ilk akla gelenleri olarak okuma listelerine alınabilir. Mustafa Ruhi Şirin'in kırk yıllık hayâli şiir atlası üçlemesinin ilk kitabı “Dünya Çocukla Kardeş” de bu yazı yayına verilmeden yetişti ve okurlarına sunuldu. Böylece yazımızın bir amacı hasıl oldu. Sizlere çocuk şiirini hatırlatmış, kıymetli şair ve eserlerden hatırladıklarımı tavsiye etmiş oldum.


Ebeveynlere nacizane bir diğer tavsiyem, yetişkinler için de yazmış bu şairlerin çocuk temalı, çocuk gövdeli şiirleri ile çocuklara yönelik şiirlerinin karıştırılmaması için özenli bir ön araştırma yapmaları, şiirleri önce onların okuyup sindirmeleri, sonra okurken çocuğa eşlik ve rehberlik etmeleri olacak. İlkokul seviyesi tamamlanana kadar bu işbirliği hem siz yetişkinleri çocuk sığınağında rahatlatacak hem çocuğun zihnî sindirimini kolaylaştıracaktır. Her çocuk kitabına biraz şiir karışması, şairlerin her çocuğa çocuk şiirleriyle, her yetişkine çocuk şiirlerle dokunması dileklerimle...



8 Aralık 2021 Çarşamba

“DONDURMA”YI YALAMADAN YUTMUŞUM

 


“DONDURMA”YI YALAMADAN YUTMUŞUM


Yine bir tüketilmiş tüketici hikâyesinin kahramanıyım. Yazınca insan mağdurken bile kahraman oluyor, herhâlde ha babam yazışımız da bundan. Bu tür hikâyeleri eğlenceli hâle getirmeli ki okunsun, zülfüyâre dokunsun dedim kendime; sonra neden öyle dedin dedim, çünkü bu haftayı “Cingöz Recai'nin Harikulâde Sergüzeştleri”ni okuyarak geçirdim, onun etkisindeyim dedim. Cingöz Recai zenginden çalıp fakire veren sevimli bir hırsızımız amma ve lakin bahsime konu “alış” “verişler” fakir gerçek kişiden zengin tüzel kişiye cinsinden. Vatandaştan kurumsal şirkete. Asıl meseleye gelmeden önce Sertaharri Mehmet Rıza da buradayken olayın bir üzerinden geçelim.


Varlığımın en sağlam ispatı olan bedenim, kimliğim ve imzamla şirketin il müdürlüğüne bizzat, bilfiil, özgür irademle başvurup hat kapatma başvurumu yapıyorum. Bu başvurma şeklinin daha etkilisinin olmadığını bilerek bugüne kadar yaşadığımdan içim rahat. Ancak dilekçemin kabulüyle birlikte, hattın kapanması için telefonla aranacağımı ve onayımın alınacağını öğreniyorum. Yani beni canlı ve taze, dipdiri ve aklı başında bir şekilde karşısında gören şirket varlığımdan emin olamamış olacak ki beni telefonla arayıp acaba orada mıyım ve talebimden emin miyim diye bir bakacaklarmış. Kafayı ne zaman yedik, bu akıl dışılığı ne ara kabullendik diye düşünedurun, çünkü orasını ben de kaçırmışım; ama bir yandan da “çağın gereği” olan işin içinde işi kestirmeye de çalışın. Beni arayacak ve kararımdan vazgeçirmek üzere aldıkları özel eğitimleri üzerimde deneyecek olan ikna ekibiyle son bir mücadele etmem gerekiyor. Uzatmayayım; bu pazarlığı sağ selamet aştım sanıp telefonu kapatıyorum ki bir teşekkür mesajı geliyor. “Bize sizlere hizmet etme fırsatını tanıdığınız için teşekkür ederiz.” Telaşla çağrı merkezini arıyorum, ne oldu, ne yaptınız bana diye soruyorum, bir de öğreniyorum ki o muhabbet sırasında benim “hat kapatma” talebim olmuş mu bana “hat dondurma!” Olmaz diyorum, ben bunu talep etmedim, şunu talep ettim, vay ben ne ettim, vay siz bana neler ettiniz derken, “ses kayıtlarını dinleyelim, size dönelim” diyorlar. Dinleyip dönüyorlar; çok güzel söylemişim, çok beğenmiş, alkış bile tutmuşlar. Yapacak bir şey yok. Lafın arasında “dondurma”yı yalamadan yutmuşum.

Önce bu işe çok sinirlendim, durumu geri çevirmek için ne kadar uğraşsam da nuh dediler peygamber demediler. Yuh dedim, yine peygamber demediler. Bir tam günü bununla zehir ettikten sonra benimle telefonda konuşan ve kalbimi kararttığım o gençler düştü aklıma. Benden giden az biraz paraydı, hepimizden giden bu gündelik kapkaçlar, bu kayıplar üst üste konsa bir yekun ediyor elbet ama o gencecik insanlardan çalınanı bir düşündüm. Her gün acemisi, yaşlısı, zor duyanı, az göreni, idrâki zayıf, muhakemesi sınırlı, dikkati dağınık, sabrı tükenik onlarca insanı tufaya düşürmek, punduna getirmek, onlardan bir basit “onay” sözcüğü ile istediğini ama onların vermek istemediğini almak kim bilir nasıl bir yüktü. Mesaisini tamamlayıp evine, arkadaşlarının, büyüklerinin, küçüklerinin yanına giden o gençler arasında bu yükün ağırlığını, kokusunu, acısını hisseden hiç mi yoktu? Sırtında o yükle yediğinden, içtiğinden, kazandığı o paradan keyif, bereket, hayır görebilen var mıydı? Çoğunun hayatında geçici bir dönem olan bu çağrı merkezi memurluğu, bu aldatmanlık tamamlandığında, o insanla oynama güdüsünü kazanmış gençler hangi işlerde kimlerin canını daha fazla yakmaya meyledecekti? Bu hasar hepimizin gözleri önünde onlara nasıl veriliyordu? Nasıl oluyor da hayatının en güçlü evresindeki insan kendisine dayatılan bu göreve isyan etmiyordu? Emindim çünkü defalarca tanık olmuştum ki bu gençler aynı haksızlık kendilerine yapılsa şikayet edecek, itiraz edecekti ama bunu başkalarına bile isteye, özel bir eğitim ve hazırlıkla yapmayı kabullenmişlerdi.


Bu düşünce, vicdanımı yaşadığım mağduriyetten daha fazla sızlatınca kimmiş bu şirketin CEO'su diye bir bakayım dedim. İki tık, şak diye çıktı. İki tık daha, Twitter'da hesabı da varmış. Aldım elime parmaklarımı, üç tivit attım sordum; benim vicdanıma bir sızı girdi, sizinkinde var mı bir hareket diye. Burda kelime oyunları yaptığıma bakmayın, biraz sert ve dokunaklı ama her halükârda nezaket kuralları içerisinde yazdım. Bir gün sonra toplam etkileşim on dört. Yani tivit pek kimsenin umrunda değil. Ama neyseki hedef beyefendi tiviti görmüş; sızım temizmiş. Bir çalışana mağduriyetimi çözmesi için yetki verilmiş, benimle irtibat kurdular. Benim sorunum ufak bir maddi hasarla çözüldü. Ama bir dakika! Buradaki asıl büyük sorun benim sorunum değildi ki. Bu tür şirketlerin sayısı onları aştı, oralarda çalışan gençlerin sayısı -iki tıkladım baktım- yüz bini aşmış. Yüz binin üzerinde genç her gün bizleri söz oyunlarıyla para tuzaklarına çekmeye çalışıyor ey ahali! Bu çocukları oralardan kurtarmalıyız! O olmuyorsa oraları bu alışkanlıktan, bu dayatmadan temizlemeliyiz! O da olmuyorsa bu çocukları özlerine döndürmeliyiz! Her birini alıp önümüze, “rıza” ile “onay arasındaki farkı, “helâl” ile “yasal” arasındaki farkı, “işini güzel yapmak” ile “güzel para kazanmak” arasındaki farkı anlatmalıyız. İktisadın, ekonominin, finansın, adını ne koyarsak koyalım, hayatın en temel kavramlarından birinin “görünmeyen gider”, diğerinin de “bereket” olduğunu, inandırmak zor olsa da telkin etmeliyiz. Rızasız ama yasal işlerin hepimizden görünmeyen giderlerle götürdüğünü, götüreceğini, “ben parmaklarımın ucundaki yetkiyi haklıdan yana kullanırım arkadaş, buna da kimse mani olamaz, kimse şerh koyamaz” diyebilmenin helâl ve beklenmeyen gelirler getireceğini, hayırlı kapılar, yollar açacağını tekrar ededurmalıyız.


Diğer yandan da “gençler ne yapsın, nasıl yapsın, ellerinden ne gelir” kabullenişine düşmemeli, adaletsizliğe alet olmalarına göz yummamalıyız. Elinden hiçbir şey gelmiyorsa “guzum beni aldatman” diyebilirsin teyzeciğim, “yapma evladım, benden geçti ama sen daha gencecik çocuksun, kalbini karartma” diyebilirsin amcacığım. “Benim de senin kadar evladım var, seni bir gün baban da arayabilir oğlum” diyebilirsin. Ya da patron, sen de üç günlük dünyanın ticaretine, öldüğünde herkesin unutacağı rakamlardan ibaret yönetim başarısı yanılgılarına bel bağlamayıp “siz haklıya hakkını verin, herkes bizi seçecektir gençler” diyebilirsin. O zaman senin için ömrüm boyunca duacı olacağım. Onaylıyorum.

8 Kasım 2021 Pazartesi

KOKUN HATRINA

 


KOKUN HATRINA


İzleyenler bilir, izlemeyenlere tavsiye edilir TRT Belgesel'de “Büyük Aile Çiftliği” (Orijinali: Our Yorkshire Farm) isimli bir belgesel var. Dokuz on çocuklu bir İngiliz ailesinin ücra bir yayladaki çiftlik hayatını tüm detaylarıyla önümüze seriyor. Çiftliğin yakınlarında başka kimsecikler yaşamadığı için bu kalabalık aile her işini kendi görüyor, iki yaşından yirmi yaşına her çocuk bir işin ucundan tutuyor, geçimlerini tarım ve hayvancılıktan sağladıkları gibi orada da yaşayıp gidiyorlar. Hatta ailenin annesi son doğumunu iki saat uzaklıktaki hastaneye gitmeye üşendiğinden evde tek başına yapmış.


Belgeselin bir bölümünü izlerken annesi ölmüş kuzuları hayatta tutmak için başvurulan kadim bir yönteme rastlamış, bu yöntemin bizim buralarda da uygulanıp uygulanmadığını merak etmiştim. Bir tevafuka da muhtaç, aklın mı, akleden kâlbin mi, yoksa doğrudan doğruya ilhamın mı ürünü olduğunu uzunca düşündüğüm o yöntemle ilgili sonradan duyduklarım bakın hangi yeni düşünceleri tetikledi ve beni bu yazıyı yazmaya itti.


Önce şu hayretlik yöntemi bir izah edeyim. Ağılın bir tarafında doğururken ölen bir koyun ve ortada kalan kuzusu, diğer tarafında da kuzusu ölmüş mahzun bir koyun. Ne sıklıkla karşılaşılan bir durumdur bilemem ama çok sayıda hayvancağızın bulunduğu ağıllarda, yavrulama zamanının da ortak olduğu düşünülünce kırk yılda birden daha sık olduğunu sanırım. Malumunuz her koyun ancak kendi kuzusunu emzirirmiş. Bu da annesi ölen kuzunun hayatını epey bir zorlaştırıyor. Onun hayatta kalabilmesi için, ölen kuzunun derisini yüzer üzerine giydirilermiş. Böylelikle kuzusu ölen koyun da o öksüz kuzuyu sahiplenir emzirirmiş. İngiliz çiftliğinde bu işi öyle özenle yapıyorlar, deriyi parçalamadan, sadece boyun ve paçalardan açıp öyle muntazam çıkartıyorlardı ki post tam bir tulum olarak diğer kuzuya giydirilebiliyordu. Bunu izleyince kuzusu ölen koyunun ne de kolay kandığını düşündüm. Nasıl olup da evlatlığını sesinden, cisminden tanımayıp kuzusunun kokusuna aldandığı zihnimi kurcaladı. Bu aldanışta bir lütuf seziyor ama izahına akıl erdiremiyordum. Tâ ki Bekir Develi'nin bir sohbetinde bu yöntemin Anadolu'da da kullanıldığını, bizimkilerin ölen kuzunun derisini yüzüp annesiz kuzunun sırtına bağladığını duyana kadar. Anlatılandan gözümde işin o kadar özenilerek yapılmadığı canlandı. Bizde köy yeri dağınıktır, köy işi palas pandırastır. Amma ve lakin bizde de gönle güzel görünen, zihni takıntılardan kurtaran bir mânâ vardır. Mânayı şöyle aşikâr etmiş kuzu ulamayı Bekir Bey'e anlatan nine: o analık koyun evlatlık kuzunun kendi kuzusu olmadığını bilirmiş. Bilirmiş ama kuzusunun kokusu hatrına o kuzuyu emzirirmiş.


Mânâ pınarının başını tutanlar bize kokunun mânâ âlemine bir iz olduğunu işaret ettiler. Mahir olana haramla helâli kokusundan ayırmak kolay gelir dediler. Henüz mahir olmayanlar için evlat kokusu bu işaretin delili olsa gerek. Bedeni henüz nefse kaptırmamış başlardan gelen o eşsiz koku. O kokunun kıymetini tespit, membaını idrak, maharet mertebesi fark etmeksizin her anne babanın harcıdır.


Ve sonra helâl sevgilinin kokusu. Dilden, gözden, kulaktan, tenden öteye vardıran, günbegün insanın duyularını aşan, ruhuna nüfuz eden, ötelerden bir huzuru sezdiren, perdeleri kaldıran, çokluğu bastıran, tevhîde daldıran o koku.


Her nesnenin, her öznenin değersizleştiği, her işin, oluşun, kavrayışın hükmünü yitirdiği, bizleri canlarıyla birbirimize bağlayanların hatrının bile sayılmadığı bu günlerde can kafeslerinizden bir ilâhî koku geçsin, göğsünüzü ferahlatsın, mekânınızı genişletsin, içinize sır çeksin, sırrınızı parlatsın, aynasından bu kirler körler âlemini hoşça göstersin efendim.


8 Ekim 2021 Cuma

ÇOCUKLA KONUŞMAYA DAİR...

 


ÇOCUKLA KONUŞMAYA DAİR...


Sizce Çocuk Edebiyatı nedir? Diğer türlerden nerede ayrılıyor?


Yetişkinlerle çocuklara yönelik edebiyatı içerik üzerinden ayırıyor olsak da bugün edebiyatla sağladığımız, basitçe ifade etmek gerekirse, konuşabilmektir. İnsanlar, karşı karşıya geldiklerinde birbirlerini dinleyerek konuşamayan canlılara dönüşürken edebiyat, biz emek verenlere sözümüzü söyleme ve merak edenlere de dinleme imkânı veriyor. Sonra biz okurlarımızla bir araya geldiğimizde adeta birbirini tanıyan ve seven dostlar gibi birbirimizi dinleyerek konuşabiliyoruz. Zihin dünyamıza çoktan girmiş olan okur, çağın imkanları sayesinde hayallerimiz ve fikirlerimiz hakkındaki düşüncelerini, yorumlarını paylaşabiliyor, onları kullanıp geliştirebiliyor. Her yan kötülükle yıkılıp dökülürken biz iyilikte buluşup çoğalabiliyoruz. Yetişkin edebiyatıyla akranlarımızla konuşuyorsak çocuk edebiyatıyla da içimizde yaşattığımız çocuğun akranlarıyla konuşuyoruz. Dolayısıyla çocuk edebiyatının kanımca içimdeki çocuğu yaşatmaktan ve onun arkadaşlarıyla konuşmaya devam etmekten öte bir farkı yoktur.


Bugünkü çocukların neyi eksik?


Biraz fren, biraz neşe!


Bugünün çocukları somut imkânlar açısından bizlerden daha varlıklı olmalarına karşın tatminsizliğe yakınlıkları nedeniyle belki de bizim kadar mutlu değiller. Bu imkanlara çocukluğunda sahip olamayan ebeveynin, tatmine çocuğunda ulaşmaya çalışması, çocuğun tatminsizliğiyle sonuçlanıyor ki bu da muhtemelen büyüdüğünde onun da kendi çocukları üzerinde farklı bir tatmin arayışını devam ettireceği anlamına geliyor. Bu zincirleme kazadan kurtulmak için imkanların orta yollu kullanımı ve eşit dağılımı üzerine her anne babanın kafa yorması, çabalaması, yeri geldiğinde kendi imkanlarından feda etmesi gerekebilir. Zaten biraz düşünse yaşadığı en mutlu anıların ona verilen oyuncaklarda değil arkadaşlarıyla birlikte keyifle oynadığı oyunlarda, yediği abur uburlarda değil, ailesiyle yaptığı piknikte, arkadaşlarıyla bölüştüğü anne kekinde, giydiği süslü, marka kıyafetlerde değil üzerinde paralananlarda olduğunu hatırlayacak.


Neşe eksikliği ise daralan ruh halimizden, üst üste sırtlandığımız yüklerin ağırlığından olsa gerek. Biz yetişkinlerin aynalığından bugünlerde çocuklara yansıyan altı üstü dert yumağı. Ben hikâyeyi burada devreye sokuyor ve yaşarken bulamadığım neşeyi hikayelerimle tamamlamaya gayret ediyorum. Yetişkin dünyasının karanlıklarını değil çocuk dünyamın aydınlığını, sarı sıcağını, kar beyazını çocuklarla paylaşmak, yakınlaşmamıza onlara öğretebileceğim her şeyden fazla katkıda bulunacak gibi geliyor. Bu yüzden hikayelerim düşmanlık, yorgunluk, yılgınlık, bölünmüşlük, dağınıklık, kısacası distopya değil, ütopya eğilimlidir ve eğer böyle bir görevi varsa yaş ağaçları, yarın bugünkünden daha iyi bir yaşam olacağına dair umutları korumaya, çabayı devam ettirmeye eğmektedir. “Bunu vazife edinmene gerek yok” diyen okurlarım da neşelendikleriyle kalırlar ki bu da beni mutlu etmeye fazlasıyla yeter.


Z kuşağı ?


Z kuşağı ayrımına inanmıyorum ve hatta bugünün çocuklarını böyle tanımlayarak onları kendimizden uzaklaştırdığımızın farkında olmadığımıza da üzülüyorum. Küçük çocuğun yanında onun hakkında rahat rahat konuşan anne babalara bundan kaçınmalarını salık veririz. Çünkü ilgilenmiyor gibi görünür ama kendileri hakkındaki fikirlerinizden etkilenirler. Sevilmediklerini, beceriksiz olduklarını düşünebilirler. Toplum olarak bunu aklı başında gençlere reva görüyor, sonra da onlardan bize yakın kalmalarını bekliyoruz. Her “Z kuşağı” dediğimizde kendimizi Y'den, X'e değil A'dan öteye attığımızı bilelim. Onlar yerinde duruyor, hatta ilerliyor, bu söylemi yürütenler ise sadece kendilerini geride burakıp ötekileştiriyorlar.


Her zaman kuşaklar arası farklar olmuş, biz de yaşadık, bizden sonrakiler de bunu yaşayacak. Hiçbir kuşak kendinden sonrakinin tüm duygularına ve becerilerine aynıyla vâkıf olmak zorunda değil, zira zaman durmuyor ve değişenler var. Teknolojideki gelişimin hızına bağlı olarak kuşaklar arasındaki farkın büyüdüğünü kabul ediyoruz ancak bunun sonuçlarından, arası açılan kuşakların hiçbirinin memnun olmayacağını da yine zamanla göreceğiz. Dolayısıyla bu bağı kopartmaz, incelse de canlı tutarsak can suyu her daim yürüyecek ve en kurak zamanlarda yine o bağ sayesinde hayatta kalacağız. Bilgi çağı hakikaten has bilgi çağı olsaydı bu farkın açılacağından daha fazla korkabilirdik. Çünkü o zaman tecrübeye ihtiyaç azalacaktı. Ancak benim gelbilibilgi çağı dediğim bu çağda, dolaşan bilgi işe yarar olmaktan çok yanıltıcı. Yapıcı olmaktan çok yıkıcı. Ve hayatın büyük yanılgılarına karşı gençlerin başvurabileceği hazine, dayanabileceği duvar hâlâ büyüklerinin tecrübeleri. Tecrübe değilse bile maddi, manevi destekleri. Önemli olan, edindiğimiz birikimi eleyip süzüp, doğrusuyla aktarmak. Aramızdaki alışveriş iki tarafa da kazandırarak devam ettiği sürece kuşaklarımız birlikte mutlu olacaklardır.


7 Ekim 2021 Perşembe

OKUMA NOTLARI; Tüfek, Mikrop ve Çelik / Jared Diamond

 "Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir."

 Tüfek, Mikrop ve Çelik  (Karton Kapak)

Yazar kitaba, etimoloji meraklılarının çoğu kelimenin kökenine dair sık sık duyduğu Hint-Avrupa dillerinin ve dolayısıyla konuştuğu dil olan İngilizcenin de tarıma başlayıp yerleşik düzene geçen Anadolu çiftçilerine dayandığını belirten, insanlık medeniyetinin temeline Anadolu'yu, burada evcilleştirilebilen bitki ve hayvanları, icat edilen metal aletleri ve oluşturulan toplum yönetim erkini yerleştiren bir önsözle başlıyor.

Kitabının konusunu, tarihin seyrini oluşturan ve bugünkü eşitsizliklerin de kaynağı olan, farklı kıtalardaki insanların farklı hızlarda gelişmesinin nedenlerini irdelemek olarak açıklıyor. Bu irdelemeye, genetik üstünlükler yanılgısıyla veya gelişmişlerin sistematikleştirdiği ölçütler üzerinden bakarak taraflı, ırkçı davranma hatasına düşmeyeceğini, onu Toynbee'ninki gibi boşluklar bırakan bir teze bağlamayacağını da peşinen beyan ediyor.

İlk bölümde Polinezya adalarına dağılan bir topluluğun, aynı kökene sahip olmalarına rağmen maruz kaldıkları çevresel farklara bağlı olarak kısa süre içerisinde gösterdiği büyük gelişim farkını örnekleştiriyor. İkinci bölümde ise İspanyolların Amerika kıtası yerlileri olan İnkalarla ilk karşılaşmalarındaki teknik donanım, okuryazarlık, siyasi örgütlenme, denizcilik teknolojisi ve mikroplara karşı bağışıklık avantajlarını ortaya koyup, bu farkların nasıl oluştuğuna dair meraklandırmaya devam diyor. Cevapların verilmeye başlandığı takip eden bölümdeki salgın hastalık, bunun hayvanların evcilleştirilmesiyle ilgisi ve mikrop mutasyonu konuları güncelle ilişkisi bakımından ilgi çekici. Tarıma geçiş zaman farklarının anlatıldığı bölüm, ülkemiz topraklarının bir kısmını da kapsayan Bereketli Hilal'in üstünlüğünü ve değerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bugün kanıksadığımız “çeşitlilik” kelimesinin Bereketli Hilal'le Amerika kıtası arasında 5000 yıllık bir fark oluşturması gibi. Tarım ve hayvancılığı kapsayan yiyecek üretimi üzerinde kıta eksenlerinin etkisine değindikten sonra, yazının tarihi ve peşinden de obalardan devletlere siyasal örgütlenme basamaklarını işliyor. Bu bölümde bahsedilen din ve ekonominin devlet yapısındaki işlevleri, bu işlevlerin bugüne kadar nasıl geldiğini gösteriyor ve bundan sonra değişip değişmeyeceği konusunda düşündürüyor. Önce Asya'dan, sonra Avrupa'dan Avustralya'ya göçler bölümü, çevresel etkenlerin ne denli çeşitli ve belirleyici olduğundan emin olmamızı sağlayacak örneklerle dolu. Son bölüme yaklaşırken yazar Afrika üzerine yoğunlaşıyor. Bölge, dillerin gelişim hareketleri üzerinden toplulukların göçleri ve diğer kıtalarla ilişkileri bağlamında irdeleniyor. Yazarın çok garip bulduğu, Afrika'ya çok yakın Endonezya'ya oldukça uzak Madagaskar adasının garip demografi ve dil yapısı, Orta Afrika'dan güneye inen Bantuların Koisanlara, Avrupa'dan deniz yoluyla gelen Portekizlilerin de onlara baskın çıkarak Güney Afrika'yı istila edebilmelerinin sebepleri, coğrafî rastlantılar meselesini zihninizde iyice belirginleştiriyor. Japon çömleklerinin genel kabullere aykırı tarihlenmesi, Korelilerle Japonlar arasındaki ilişki, Japonya ile İngiltere'nin benzer enlem adaları olarak benzemez gelişimleri son bölümün şaşırtıcı konuları. Sonsözde yazar, kitabın devamında yapılacak çalışmalara yol gösterici olarak bıraktığı soruları listelerken, Bereketli Hilal'in tarihî üstünlüğüne rağmen Avrupa'nın gerisinde kalışını, yiyecek deposu olma özelliğini ve ormanlarını yitirmesine ve bunları takip eden bir dizi sebebe bağlıyor. Çin donanmasının sömürgecilikte Avrupalılarınkilerin gerisinde kalmasını ise siyasî birliğin dezavantajlarına, siyasî çeşitliliğin imkânlarına. Hollanda-Zambiya karşılaştırmasına dayanarak kurumlaşmanın önemini vurgulayan araştırmacılara cevaben kurumlaşmanın temelinde de coğrafî etkenlere bağlı gelişme süreçlerinin olduğunu tekrar ispat ediyor.

Yazar iddiasını savunmada oldukça başarılı ve tutarlı. Kitabın farklı bölümlerine serpiştirilmiş kilit bilgiler, dünyadan gelen bazı haberleri tuhaf karşılayışımızın konuyla ilgili bilgisizliğimize dayandığına ayıktırıyor. Avustralya kıtasının yıllık olmayan iklim döngüsü ve kurak dönemlerde yaşanan felaketin boyutları buna en çarpıcı örnek. İnsanlık tarihini etkileyen bir durumun geçen yılki sonuçlarına -bitmeyen yangınlar ve su tüketen hayvanların itlafı gibi- sığ ve çiğ akıl yürütmelerle yaklaşmış olabiliriz. “Tazmanya canavarı” diye anılan çizgi film kahramanının esin kaynağını da benzer bilgi serpintileri arasında bulabileceksiniz. Bu gibi birçok ilginç bilgi okumanıza renk katıyor. Kitaptaki fotoğraf, tablo ve çizimlere ek olarak önünüze açacağınız bir atlas ile veya google haritalara sık sık başvurarak okumanız büyük kolaylık sağlayacaktır. Ayrıca bu konuda okumaya devam etmek isteyenler için kitabın sonuna, kitabın her bölümüyle ilgili onlarca, toplamda yüzlerce kitap içeren bir tavsiye listesi eklenmiş.

Çevirmenin yaygın kullanılan “dağarcık” kelimesi yerine “dağar”ı tercih ederken, “tasarlamak” fiili yerine tüm metin boyunca “tasarımlamak” fiilini ve türevlerini kullanması, kitabın yalın akışkan dili içerisinde rahatsız edici bir çelişki olarak gözümü tırmaladı.

Özetle kitabı, Teoman Duralı'nın TRT2'deki “Felsefe Söyleşileri” programının tam kapsamlı ve hızlandırılmış bir sürümü olarak tanımlayabileceğimi düşündüm. Verdiği cevaplar kadar yeni sorular da üreten ama asıl önemlisi, tarihin akışını anlamanızı, bugüne kadar göremediklerinizi görmenizi sağlayan bir eser. Bazı önyargılarınızın, alıp kabul ettiğiniz peşin hükümlerin sarsılacağını söyleyebilirim.  

 

 "Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir."

1 Eylül 2021 Çarşamba

Öz Dayatım

 


Öz Dayatım


Zamanında dört, beş seçenekli sınavlara muhalefet eder, bu verili seçeneklerin bizleri çocukluktan itibaren derin düşünmekten ve detaylı ifade etmekten alıkoyduğunu söylerdik. Seçenekleri ortadan kaldırmak daha geniş, kapsayıcı bir bakışa zorlayacak, yolların sayısını artıracak ama her halükârda sonuçtan emin olamayışı da içinde barındıracaktı. Bu tasarının, üzerinde en az durulan, belki de akıllara bile gelmeyen faydası “emin olamayış” hissini yerleştirmesi olabilir miydi?


Deneme imkânımız olmadığı için bilemiyoruz. Ama aksini yaşadık ve buradan bir sonuç çıkarmak mümkün olabilir. Seçeneklerimiz hemen hemen her alanda ikiye indi. Birini seçme zorunluluğu bizi önce seçtiğimiz birin arızalarını görmezden gelmeye, sonra onları bile beğenmeye, övmeye doğru itti. Sanatta, sporda, teknikte dahi eğilimimiz, olumlu ya da olumsuz bakışımız, bu ön seçime bağlı olarak şekilleniyor. Buna şekillenme yerine öz dayatım da diyebiliriz. Öz eleştiriden nefret eden sabit fikir çerçevesi, insanın kendine dayattığı tarafgir yaklaşım, her konuya sıçrayan ve er ya da geç öldüren habis bir tümör.


Batıya öykünmemizin temeli olan ilmî-teknik ilerleme seçmediğimiz taraftan gelirse değersiz oluyor. Üstelik onu destekleyen, beğenen, övenler de değersizleşiyor, hatta bizim için büyük faydalar, kendileri için zorluklar getireceğini itiraf eden batılılar dahi bu sözleriyle batılı olmaktan çıkıyor ve câhil, gerici vasıflarını o an hak etmiş oluyorlar. Meseleyi gündemin en başındaki konu üzerinden örneklediğim için tarafgirliği eleştirirken taraflı davranmış yaftasını yemek istemediğimden diğer taraftan da bir bakayım. Bu teknoloji hamlesini sahiplenip, henüz kabullenmeyen kesimi dışlamak gibi bir hataya düşülseydi bu da aynı tarafgirlik düzeyi olurdu. Kapsayıcı, birlikte ilerlemenin, ancak birlikte yeterince güçlü olabileceğimizin farkında bir bakışa sahip olduğumuzda, bugün her kısır tartışmada bu üçüncü seçeneği apaçık görenlerin, kıymetini bilenlerin mağduriyeti, sessizliği sonra erecektir.


Muktedir-muhalif daim devrini sağlıklı göremediğimiz bu en uzun kesintisiz iktidar dönemi, bizi doğru-yanlış kararını, yapan tarafa göre verme körlüğüne itmemelidir. İktidarı düzeltme kudretine iktidarın hatalarını açıkça ifade edebilen yanlıları, muhalefeti düzeltme kudretine de muhalefetin hatalarını açıkça ifade edebilen yanlıları sahiptir. Çapraz bir iletişim olmadığından artık çapraz bir etki mümkün görünmüyor.


Tartışılan konunun, aslolan sorunun tarafgirliğe kurban edilmemesi, hepimiz için faydalı olan sonucun hedeflenmesi gerektiği üzerinde dururken, bunu ispat eder öz eleştirilerimizden de bir iki örnek vereyim ki üzerinde tepindiğim meselelerin öz dayatım değil öz eleştiri ürünü olduğuna her kesimden okuru ikna edeyim. Mesela din eğitiminin niteliği üzerine tartışadururken ahlak ve adalet abidesi olması gereken kişilerin dünyevî çıkarları lehine zâfiyet göstermesi, onların yetkili olduğu kurumların adaleti tesis etmekte yetersiz kalması, sosyal adalet kavramının dindar modern müslüman kılığında lükse düşmüş bir kesimin diline persenk olması, betonarmegeddona inanan yeni bir din mensuplarının dört bir çevremizi betonla sıvaması, rüşvet yeniden kurumları sardıkça, ihalelere fesat karıştıkça, işlerin kesada mahkum olması, kâr edenleri çok olanların kayrılmayanlara yurdu dar etmesi, makam kibrini kendinden uzaklaştıramayanların makamlardan uzak tutulamaması, kadına şiddet, nafaka mağduriyeti, çocuk istismarı, sokak ortasında göz göre göre işlediği suçlara müteakip ilk namazdan önce salıverilenler gibi, toplumun üzerinde mutabık olduğu, hepimizi her gün gerim gerim geren sorunların hâlâ çözülememiş olması, en devletlu kanallarda ahlakımızı yerle bir eden yoz gündüz kuşağı programlarının inatla, pervasızca zehir saçıyor olması ve saymakla bitiremeyeceğimiz çıbanlarımızdan cerahat ancak çuvaldızla akıtılabilir.


Bunca sorun ve bir bu kadar gelişme ortada dururken bütün sorunları karşıya, bütün gelişmeleri kendine mal etmek inandırıcı gelmiyorsa, gelişmeleri de sorunları da hep birlikte sahiplenip, ortak bir akıl ve ortaklıktan doğan bir güçle sorunları çözmek, gelişmeleri katlayarak artırmak elimizde. İnsanın annesiyle, babasıyla, eşiyle, kardeşiyle bile tam bir fikir birliğine sahip olamayacağı, bir yaştan sonra hepimizin kabullendiği bir olgu. Çocuklarımızla fikir ayrılığı ise hızlanan çağın en içinden çıkılamaz getirilerinden. Ve fakat birlikte yaşamak arzusu bütün bu fikir ayrılıklarının üzerinde. Çocuklarımızdan birini diğerine tercih edemeyeceğimiz gibi memleketi de evlatlarından birilerini diğerlerine tercih etmek zorunda bırakamayız. O zaman, kutupları dahi kendi içlerinde bölüp parçalamaya giriştiğine şahit olduğumuz zamane şeytanının yoluna oturma vaktidir. Teknoloji ve enerji hamlelerine muhalefet etmeyerek teknolojimizi ve enerjimizi sorunlarımızı ortadan kaldırmaya harcayabiliriz. Isıtılıp ısıtılıp önümüze konan intikâmı elimizin tersiyle itip, “yetti artık sizin bayat mevzularınız” diyebiliriz. Bugünküne benzer fikir ayrılıklarının dizginlendiği ve hep birlikte girişilen milli mücadele dönemindeki gibi bugün de hep birlikte var olma mücadelesi verebiliriz. Niteliği değişen savaşların, nefs mücadelesiyle, bedenen olmazsa fikren şehadetle kazanılabileceğini fark etmeliyiz. O fikrî şehadet de ölmeden önce ölmekle, her sözü söylememekle, her tartışmayı körüklememekle, her kifayetsiz saldırıya karşılık vermemekle, azimle ve sabırla, en çok da sükunetle iş çıkararak sağlanacaktır.


Size sunulan iki seçenekten birini kabul etmek zorunda değilsiniz. Çözümünüzü üretin, kendi sözünüzü söyleyin. Kime dokunursa dokunsun, dokunulan irkilsin. Yanlışsa düzelsin, doğruysa şevklensin. Ama hakikate halel gelmesin. Başkasının yanlışı sizin doğrunuz olmasın. Kişi kendinden utanmasın.

20 Ağustos 2021 Cuma

Bugünün Mahir Öğretmenlerini İzliyor muyuz?

 




Bugünün Mahir Öğretmenlerini İzliyor muyuz?


Dergimizin bu sayısına muhatap olanlar, tanıyorlarsa Mahir İz Hoca'yı bir kez daha hatırlayacak, onunla paylaştıkları ortak idealler üzerindeki azim ve şevklerini tazeleyecek, tanımıyorlarsa onu ve hizmetlerini merak edecek, hâlâ taze ve her daim taze kalacak izlerinin peşine düşecekler. Mahir İz, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Fuat Sezgin, Fethi Gemuhluoğlu, Mustafa İnan, Haluk Dursun ve kültür hazinemizde böylesi parlayan, kendinden çok kendisine sahip olana -burada o sahip toplumdur- fayda sağlayan, nadide mücevherler... Her dönemde olduğu gibi bugün de emsâl mücevherlere sahip olmadığımız düşünülemez. Mahir Hoca gibi, ödeneği kesildiği hâllerde dahi hizmetine ara vermeyi bir seçenek olarak görmeyen, yolunu keseceğini bile bile kara kışa rağmen o hizmetin yoluna düşerek sevabına tâlip olan, yoksul öğrencisine okul yolunda eskitsin diye ayakkabı alan, onu taşıyan, evinde barındıran, sonsuz öğrenme şevki, üstün öğretme yeteneği, gönül çilingirliği vasıflarını mükemmelen kendinde birleyen, eser miktardaki benliğini milletin gençlerinde hiç edip oradan bir ruh yoğuşturmaya gayret eden öğretmenler bugün de yok mudur?


Vardır elbet. Hatta onları ortaya koydukları güzelliklerle sosyal medyada görürüz, haber bültenlerine renk katan anlıklar olarak izleriz, kısa ve öz takdir ederiz. Oysa neden veremediğimizi tartışadurduğumuz iş ahlakının, insanî yaklaşımların, toplum odaklı hayat tarzının, verimli eğitim sisteminin, sağlıklı ilişkilerin, kısacası huzurun ve mutluluğun sırrı onlardaki adanmışlıktadır. En özel çocukların toplandığı sınıflarda ayaklarını masasının üzerine atmış, telefonuyla oynayan öğretmenle, bir köy okulunda cevher işlediğinin bilincinde çalışan öğretmen arasındaki farkın içine düştüğümüzden habersiz, daha iyi bir eğitim sistemi aramaktayız. Bu sayımızda Mahir Hoca hakkında bilinenler, aktarılagelenler hakkıyla derlenip sunulacaktır düşüncesiyle ben fazlaca tekrara düşmeden, eğitim sistemimizle ilgili hayallerimi bu satırlara serpiştirmek niyetindeyim. Ve bu hayalin odağında günün Mahir öğretmenleri var. Fedakar, idealist, gençmerkezcil, manevi hazzı öncelemiş, halk ve dolayısıyla hak rızası gözeten, genç ve yetenekli öğretmenlerimiz.


Ülkemizde okul öncesi, ilk, orta ve lise olmak üzere kabaca yetmiş bin civarında okulumuz var. Bir milyon yüz on yedi bin civarında da öğretmenimiz. Her okula öncü bir “üstün öğretmen” atayabilmemiz için ihtiyacımız olan her on altı öğretmenden bir Mahir öğretmen adayı çıkarmak. Öğrencilerimizi sonu gelmez sınavlara tâbi tutmak yerine öğretmenlerimiz arasından diğerlerine model olacak olanları ayıklamak. Mahir Hocaların, yaşadıklarını, özverilerini, emeklerini öğrenmek, takdir ve taklit etmek o günlerin şartlarında mümkün olmadı; onları ancak eserleri ve öğrencilerinin başarılarıyla tanıdık, bildik. Ama bugünün imkânlarıyla bu ayıklama işini hızla yapabileceğimiz umulabilir. Her okulda fark yaratan öğretmenleri belirlemek, sonrasında öne çıkanlar arasında yaratıcılığa, meslek sanatkârlığına ve etki gücüne dayalı bir eleme sistemi geliştirmek zor olmasa gerek. Öğrencilere sorsanız size mıh gibi göstereceklerdir gönüllerine giren öğretmeni. Matematiği zevkli bir oyuna dönüştüren, karga seslileri müziğin ritmine katıp kaptıran, fiziği dünya hâli, yabancı dili âşina, Türkçe'yi gönül dili eyleyeni, köprü kuranı, insanlık aşılayanı hepsi tanır, bilir, söyler. Ama öğrenme ve öğretme şevkini taşıyan, yaratıcı, iletişimci, uygulayıcı, kapsayıcı, zorlayıcı, çekip çevirici öğretmenleri kıdem, yaş, tecrübe gözetmeksizin yetkilendirmek biraz cesaret gerektirebilir. Bu noktada da ihtiyacımız olan cesareti mevcut durumun bize umut vermeyişinden alabiliriz. Üstelik gönül çilingiri dediğim bu insanların kendilerinden yaşça ve tecrübece ileri ama kıdeme yaslanmaktan öte marifeti olmayan astlarıyla makul bir iş ilişkisi kurabileceğinden de şüphe etmemeliyiz. Ve ardından bu eğitim ordusunu yurt sathına yaymak ve okullarımızın dengeli bir şekilde gelişimini, kalkınmasını, eğitim hamlesini belki bir beş yıl, on yıl beklemek gerekecek. Maddi çıkarlarını, hırslarını, kibirlerini, yılgınlıklarını, ataletlerini eğitim aşklarına kurban etmiş genç Mahir hocalara vereceğimiz fırsat bizlere parlak mühendisler, insancıl doktorlar, dürüst avukatlar, yenilikçi iş insanları, değerlerine bağlı, hedefleri ortaklaşmış, kavga sebepleri azalmış gençler olarak dönecektir. Eli, aklı ve kalbiyle iş görüp mesleğinin sanatkârı olan insanlardan oluşan bir toplum yeniden ve sağlam temeller üzerine inşa olacaktır. Ve bir sonraki neslin öğretmenleri, öğrencinin evlattan evla varis olduğunu bilerek yetişecek, toplumun her daim öğrenen çocuğu ve öğrencisini en azından evlatları gibi yetiştiren öğretmenleri olacaklardır.


Bu tasarımda millet olarak bizlere düşen ise bu öğretmenlerin en tatminkâr şartlara kavuşması için çalışmak, zenginleşmek, zenginliğimizi arzularımızdan önce çocuklarımızın eğitimi için hak edenlere vakfetmektir. Onları, bu işi maddi çıkarlarını gözeterek yapanlardan seçmediğimizi hatırlatayım. Bu verişimiz, diğerlerini de bu rütbeye teşvik etmek, başı çekenlerin izinde kalmalarını sağlamak için gereklidir. Özel okullara, özel derslere, etüdlere, kurslara harcanan paraların bu üstün öğretmenlere ve dolayısıyla bütün okulların aynı özelliği, aynı derinliği kazanmasına harcamak, rahat ama ilerlemeyen bir arabada oturmaktan memnun olanlar için zor olabilir ama yol almak isteyenler için elverişli ve elzem bir sistem olacaktır. Bu bakışa da ancak Mahir hocaların her çocuğa kendi çocuklarıymış gibi bakmalarını taklit ederek ulaşabileceğiz.


Bugünün Mahir öğretmenlerini bulalım ve maharetlerini göstermeleri için onlara fırsat verelim. İnce düşünen, incelten, ince ince işleyen bu insanları kitaplardan, hatıratlardan bulup çıkardığımız gibi hayatımızdan, bugünümüzden de bukup çıkaralım ve olmaları gereken yere yerleştirelim. Sistem arayanlar ve sözden usananlar için işte bu kurulabilir bir sistemdir.

1 Ağustos 2021 Pazar

NAZAR

 



NAZAR


Sizi yeni bir nazar biçimiyle tanıştırayım. Öyle düşen çocuğun, yeni arabanın, terziye diktirilmiş ipek elbisenin başına gelen cinsten değil. Orman tutuşturan, sele boğduran, kadın öldüren, şehit verdiren cinsten bir nazar. Bu nazar duyduk duymadık, gördük görmedik, bekledik beklemedik her felakete zemin hazırlıyor ve bir an önce “ortak hedefe yönelik birlikte çalışma yöntemlerini” okuyup kendimize üflemezsek daha nice felaketlere zemin hazırlamaya devam edecek. Birbirimize her an kem, keskem, kem kere kem gözle bakma batağımızdan bahsediyorum, bahsederken bile nefret ediyorum, nefretlere doyamıyor tiksiniyorum.


Önümüzde ormanlarımız cayır cayır yanıyor, çoğumuz için bunun, gündelik iş olan kavgaya yeni bir fasıl açmış olmaktan öte bir anlamı yok. Sel geliyor, insanlarımızı, emeklerini, mahsullerini, evlerini alıp götürüyor, kazık temelle inşa edilmiş kavgayı bir türlü götüremiyor. Her gün kadınlarımız ölüyor, ömrümüzü tüketen tartışmaya tartışmayan kadınların eli değmiyor. Ölüme doğduğundan beri tertemiz hazır şehit, bıkmadan usanmadan can verirken, taş taş üstüne koymadıkları bir tek ömürlerini kavgaya vakfedenlere gönül koymuyor mu ki kavga edenler de yenidoğanların daha ilk adımlarıyla şehadet yürüyüşüne başlamalarını umursamıyor.


Daha neler göreceğiz? Bir gün gelecek kaza yapmış, yanan arabasında sıkışmış birine yardım etmeden önce partisini mi soracağız? Gün gelecek tacize uğrayan kızı arkalamadan önce inancını mı sorgulayacağız? Gün gelecek bir bebek kaçırılırken önce anasının-babasının kıyafetine şöyle bir kem gözle mi bakacağız? Yarın deprem olduğunda hayatta kalacakları, yardım edilecekleri iktidardaki ideoloji mi belirleyecek? Düşman kapıya dayandığında memleketi baştakilere göre mi savunacağız? Geçmişten geleceğe devam eden kısır tartışmalar acaba hangimizin çocuğunu diğerine zorba kılacak?


Geçmişin tüm kısır kavgalarından, doğruyu yanlışı zihnimizde işleyip işlerimizde fayda verecek şekilde kullanmayı düstur edinerek ve sözün fazlasını buruşturup çöpe atarak sıyrılsak da bugünden, şu andan sonramızı sadece ortak hedeflerimize yönelik planlasak. Konuşmak yerine elimize bir iş alsak da onu tamamına erdirmek için oyalansak, bizi ne alıkoyabilir? İnançlı-inançsız, solcu-sağcı, gelenekçi-gelecekçi aynı tarzda yaşamasalar da bir bütün için tartışmasız aynı üzüntüyü ve aynı sevinci doğuran hâllerde nasıl olur da aynı hisleri paylaşamaz?


Kem nazar! Kötü, uğursuz, biraz kurcalarsak nefretli, hasetli, fesatlı, bedbaht, berbat nazar bizimkisi. Birbirimizin üzerinden hiç çekmediğimiz kara kılıç. Kem; bin yıldan eski kelime. Ağrıdan, hastalıktan doğmuş, kötüye, kötü bakışa yoğrulmuş. Bakış kemse göz hasta, akıl hasta, kalp hasta olmalı ki böyle diyegelmişler. İnsan ağrısını atmış o kem bakışla. Hastalığını bulaştırmış. Öyle sanmış. Öyle ummuş. Ne kötü zan. Dönmüş dönmüş sahibini vurmuş. Herkes biribirine böyle bakar olunca herkes hasmını vurdu sanıp kendini vurmuş, sağ kalmamış. “Sağ”. Artık durup başımızı sağaltmamız lazım. “Derviş bağrı baş olur, gözü dolu yaş olur...” demiş Yunusumuz. Başımızı, yani yaramızı sağaltmamız lazım. Her zaman başımızda birileri olacak, biri gidecek biri gelecek, başımızdakileri bağrımıza yara etmemenin çaresi hedeflerimizin ortak olmasıdır. Ve zaten öyledir de. Bunu fark edip birlikte yürümeyi kabul ettikten sonra baş sağalır, başımızdaki de rahat eder biz de rahat ederiz.


Eğriyi doğruyu güzellikle kabul ettirme imkanlarının en yüksek derecelerindeyiz. Ama sözün itibarını iade etmek için uzun bir sükut lazım. Kavga edenlerden olmadığımızı göstermeye yetecek bir sükut. Belki aylar, belki yıllar. Kendimizi kabuktan ayıklayacak kadar. Sonra yerine ulaşacak, yerinde ağrıyacak söz ederiz. Sözün gücü doluluğundan, saflığından, yoğunluğundan, pekliğinden, tokluğundan gelir. Saçıla, döküle, atıla, satıla edilenden söz süzülmez. Bir sustuğumuzda kaç yeni kavga sönmüş olur. Bin sustuğumuzda kaç? Hayır söylediğimiz bile şerre dönüştürülüyorsa söze ne gerek kaldı? Harcı yalan olan akışlara kapıldıktan sonra söze ne gerek kaldı? Somut ve şaşmaz bir çaresi var; susup birkaç saat, en fazla bir gün beklemek! Doğru kendini gösteriyor. O kendini gösterene kadar kavgadan kavgaya dalıp gönül kirletmeye ne gerek var? Doğruya karşı kışkırtıp, muhatabın inkârını körüklemeye ne gerek var? Yarasına basıp, kanatmaya ne gerek var?


Biz, işimize bakan, susmayı bilen, sözü yerinde tutup yerinde kullanmayı bilen, yalanla kavgadan ve ona inanmaktan kaçınabilenler! Bilelim ki kalabalığız. Umutsuzluğa kapılmayalım. Sesi çok çıkanların kavgasına kapılmayalım. On tayfa kavga ediyor diğer sekizi taraf seçiyor. Oysa sekizi küreklere asıldığında kavga anlamsızlaşır. Gemi yürür, istedikleri yere, istedikleri kadar. Tayfalar iki takım olup kavga ederlerse bir korsan gemiyi ele geçirecek ve onların hepsini kürek mahkumu yapacak. Yine kürek çekecekler ama esaretlerine... Çocuğa böyle anlatırım. Siz olsanız nasıl anlatırdınız?


15 Temmuz 2021 Perşembe

CIP TIS

 


CIP TIS


Kimi babasının cebinden aşırdığı, üç kuruş haftalığından artırdığı ya da kahvehane masalarında üttüğü parayla doğan görünümlü şahininin, kimi hesapsız harçlığının bozukluklarıyla pırrarisinin bagajına düzüyor pes ettiren o abes sistemi. Bir gece, bir de kuytu sokak buluyor, kendi hâlinde bir kurala racon kesip kral kesiliyor, sesi sonsuza kadar açıyor. “Sadece ben varım ve buradayım...” diyor, “...duyuyor musunuz?” Duyuyorsak biz de varız. Duymuyorsak o da yok. İşte böyle bir açmazdan sesleniyor.


Ve bizi inkâr, yalnızlığını ilan ediyor. Birden farkına varıyor; onca insan sırf o yok saydığı için mi yoklar yoksa hiç yanında olmadıkları için mi onları var sayamıyor? Düşünüyor. Bir elini tutan olmadığını, bir yüzüne gülen, bir derdini soran olmadığını, sevgilinin gözü ucuyla bile hiç süzülmediğini... O, bağrına nispet lastik yakarken bu sessiz sakinlerin nice huzurlar içinde yattıklarını... Tanısa seveceği, tanımadan sevmediği hemşehrilerinin evlerini potpori kokteyliyle kundaklarken aldığı zevkte patinaj yapıyor. Sığ saçma bir eğlenceye saplanıyor, yol alamıyor, varamıyor. Kuytu bir utanmazlığa park ediyor, içiyor biraz. Biraz tüttürüyor.


Basbayağı “ben yalnızım” diyor ama bozuk genççesi yüzünden anlaşılamıyor. Biz bu dili biraz anlıyoruz ama pek konuşamıyoruz. İş yine ona düşüyor. Anlaşılmak için önce anlamak gerektiğini çözmeli. Anlamaya birilerinden başlamalı. Erken kalkıp yol almak üzere yatmış olan ağabeyinden, doktor olma hevesiyle ders çalışan kız kardeşinden, dermansız hastadan, tavşan uykusundaki bebekten, uykusuz anneden, o an görülen bir kâbustan, verilen bir son nefesten başlamalı. Geceyi yırtmak yerine kapalı perdeleri aralamalı. İrkilerek uyanmış bir adamın bedduasına mı uğramalı, teheccüde kalkmış bir akranın “Allah ıslah etsin”lerinden mi nasiplenmeli? Dul kadının tedirgin yüreğine mi inmeli, kör bir duvara mı çarpmalı?


Çevirenlerden hayırlı biri onu bu yoldan çevirmeli. En keskin görüşlü gözcüler görüyor demeli. Erkenden dönerseniz bu cezalar toptan siliniyor demeli. Bu dünyanın altını üstüne getirdiğinde sen kim olmak isterdin, sormalı. Ol be çocuk yanındayız, omuz vermeli. Bir öğretmen görmeli, bir baba sevmeli bu çocukları, bir anne her gece ısrarla beklemeli. Gürültüde kaybolmaktansa sessiz bir isyanla dünyaya baş kaldırmayı öğretmeli. Bir abla çay demlemeli, gecenin nimetlerinden dem vurmalı. O biskuvi var ya o bisküvi. Yaşı yok onun. Çaya beraber banmalı. Ucuz gaz değil, sohbet ehlinden haz almalı bu çocuk. Yanlamak yerine dosdoğru yol tutmalı. Bir şarkı ile bin haneden lanet toplamamalı.


Bakarsan sağ oluyor bu çocuk, bakmazsan da büyüyor. Arabaya kaçma yaşları geçiyor. Şehri ateşe, velveleye verip vatanı müdafaya gidiyor. Ali kıran yol kesen konvoylarla evleniyor. Hatır saymıyor, hayır dua beklemiyor. Bir türlü duyuramıyor sesini, bir türlü herkesin onu gördüğünden emin olamıyor. Duramıyor, yine karaltılı evlerde geceliyor, kaçarak kendi evinden. Müziği sonsuza kadar açıyor. Kim bilir hangi mahallenin yabancılarına daha yakından zulmediyor. Eşine, çocuklarına uzaktan. Bir türlü yırtamıyor şu geceyi, şu yalnızlığı paylaş paylaş bitiremiyor. Bir “ritim” arıyor. Türkçesi: tartım, dizem bunun. Yani aslında bir ölçü arıyor, bir denge, bir düzen arıyor. Ama sahtesiyle oyalanıyor. Belki başkasının tutturduğu düzeni beğenmiyor. Çok kurulmuş düzenlerden uzak duruyor ki kendi düzenini kurabilsin ama özgün sandığı o düzen de çok kurulmuş, çok yıkılmış düzenlerdendir, bilemiyor. Vaktini bekliyor. Çıkıp çıkıp gerisin geri giriyor bir arkadaşa bakıp çıkmak için. Bakıp çıkıyor, batıp çıkıyor. Bir el uzatılsın bekliyor.


O zaman can simidi atalım. Şu çocuğu bir mahallesine çekelim. Daha yaklaşırken sesi kısacak. Sigarayı atacak, kendine çeki düzen verecek. İnsanlar görünür olmaya başlıyor, selamından belli. Top oynayan çocukların yoldan çekilmesini bekliyor, kornaya basmıyor. Meğer mesele “ötekiler”miş. Bizim ötekilerimiz televizyonda, sosyal medyada, siyasete, zihniyete göre şekillenirken onun ötekileri zeminde, fizikî menzilinde, gelir durumuna, yaşa, yaşadığı yere göre belirlenmiş. Mahallesinden çıkınca sesi sonsuza kadar açmış. Oradakileri tanımadığı için düşünmemiş, o etapları düşünmeden oynamış, ses bombalarına sarılmış. Defalarca ölmüş, yeniden başlamış, umursamamış ama mahallesine hep o tek bir canıyla dönmüş.


Ötekileştirmenin biçimleri yaşa, eğitime, cinsiyete, gelir seviyesine göre değişebiliyor. Sabahtan akşama büyük büyük cümlelerle, suçlamalarla, hakaretlerle, haksızlıklarla, kayırmayla, tartışmayla birbirlerini düpedüz ötekileştiren yetişkinlerin verdiği rahatsızlık gece gürültülerinden yıkıcı. Ama sessizliği, bizi yok sayanlara, hayatımızda yer açmadığımız için asfaltımızdan geçenlere tavsiye ediyoruz. Belki de biz sessiz olsak onlar çığlık atmayacak, konuşacaklar. Zorlama bir günah keçisi tayin etmeye, haddini aşan gençleri aklamaya çabalamıyor, hepimizin kulaklarını tırmalayan sorunun çözümü için aynı masaya oturmayı ve sözü küçüğe vermeyi teklif ediyorum. Hayal ediyorum. Sürpriz bir çevirmeyle durdurduğumuz bu gençlerden birini, polis yerine tonton bir amcayla teyzenin, kucağında bebeğiyle bir annenin karşıladığını, bu mağdur insanların gürültüden duydukları rahatsızlığı o gencin yüzüne güzellikle söylediğini hayal ediyorum. Pişmaniyeye dönen gencin özür dileyip el öptüğünü, bir daha yapmayacağına söz verdiğini hayal ediyorum. Memlekette aksine yeltenecek genç olmadığını adım gibi biliyorum. Böyle acayip işler düşünüyorum, sınır tanımaz, sınırlarımızı aşacak gençlerimizle ilgili bizim aklımıza sığmayacak çözümler denemeyi, meseleyi ortaya koyup sözü onlara bırakmayı teklif ediyorum. Ama siz de bağırmadan konuşun gençler, olur mu? Egzozunuzu seveyim.

1 Temmuz 2021 Perşembe

Tedbir-Tevekkül Dengesi

 


Tedbir-Tevekkül Dengesi


Tedbir-tevekkül dengesi bozulduğunda dünyanın yalpayacağını düşünmezdik. İnsan şaşırır, kaybını, zararını kendisi görür, insanlık budur ya öğrenir, dengesini bulur derdik ama zeminimizin kayganlaşacağı aklımıza gelmezdi. “Görünmez kaza” kavramını kazada seçiciliğe dönüştüren kolaycıların inşa ettiği yanılgı sayesinde bir ikilem gibi algılanmaya başlayan tedbir-tevekkül ilişkisini ve bireyi aşan etkilerini irdelemek isterim.


Aslında kazanın her biri, en bekleneni dahi görünmezdir zira bize yaşatacaklarını ancak O biliyor. Yaşamamızı muhtemel gördüğümüz anların bile beklenmedik sonuçlar doğurması O'nun kudret elinde. Oysa insan bazı kazaları daha görünmez, daha bilinmez, bazılarını ise bilinse de umursanmaz kabul ederek kazada bir seçiciliğe meylediyor. Örneğin bir selin geldiğini görüp de yolundan çekilmek için acele eden insan, bir depremin gelişine kayıtsız kalmıyor mu? Hava durumunu takip edip çıkacağı yolculuğu planlayan, yolda çay molası verdiğinde arabasını kilitleyen insan etrafında dönüp dolaşan salgın karşısında gevşek hareket etmiyor mu? Elektrik kesilmesi ihtimaline karşı evinde bir ışıldak ya da mum bulundurmayan var mıdır ki bunca insan, tükeneceği bilinen suyu hâlâ boşa akıtır?


Demek ki insan işine gelen kazayı görüyor da işine gelmeyen kazayı görmezden geliyor. Böylelikle görmezden gelinen kazanın tedbiri de gereksiz oluyor. Zarla oyun oynayanın oyununu zor bozar. Zarlar istediği gibi gelirken insan kendini avutur, iman paketine sardığı kararını beğenir ama iman hakiki değilse, zor bunu insanın yüzüne vurur. Asırda bir, belki daha nadir bir felaket olan küresel salgınla karşılaşınca tedbir meselesi ve hemen ardından da o zora katlanamayanların sığındığı “tevekkül yanılgısı” ile ilk defa bu kadar açık yüzleştik. Yazımın tamamını okumaya sebat edecekler için tevekkülün bir yanılgı olduğunu kastetmediğimi izah etmeme gerek yok ama tedbiren edeyim: “tevekkül yanılgısı” derken yanlış anlaşılmış bir tevekküle sığınmayı kastediyorum. “Deveni sağlam kazığa bağla, sonra da tevekkül et.” öğüdünü aştığını zannederek devesini bağlamadan tevekkül etmeyi “yüksek” imanlarına bağlayanları kastediyorum. Sel gelirken “alnımda yazılmışsa burada öleceğim” deyip yolun ortasında durma cesaretini gösteremeyeceklerdir ama “alnıma yazılmışsa burada öleceğim” diyerek deprem olmasını beklerler. Bu düpedüz kolaycılıktır çünkü depremden sakınmak için göç etmek, evini taşımak, evini yeniden yapmak, evini daha küçük ama sağlamı ile değişmek gibi seçeneklerin hiçbiri “kaderde ne varsa o olur” deyip deprem olmayacakmış gibi yaşamak kadar kolay değildir. Maskeyi gereği gibi takmak, dinin apaçık emri olan karantinaya katlanmak, salgını yok sayarak yaşamak kadar kolay değildir.


Devesini sağlam kazığa bağladığı hâlde son ve kesin takdirin Allah'tan olduğunu, yani yine de devenin kaybolabileceğini, çalınabileceğini, ölebileceğini bilip iman etmek, tüm bu sonuçlardan razı olabilmektir tevekkül. Bağlamadan kendinden emin olmak değil, bağlasa da kendinden emin olamamak! İşte basit ama büyük yanlış anlaşılma! Basit çünkü böyle olmasaydı yüce peygamber “Tevekkül et yeter.” derdi. Büyük çünkü imanını büyük sananların sahip oldukları asıl büyük şey kibir. Ben biliyorum, ben farkındayım, ben uyanığım, ben akıllıyım gafletine bulanmış kibir.


İnsanı bu kibre meylettiren ise rahatçılık ve onu besleyen de sonu gelmez söylentiler, muhakeme hataları, yanlış anlamalar, yorumlamalar, okumalar... Bilgi çağı diye girdiğimiz gelbilibilgi çağında kitleler artık çarpıtılmış bilgi ile avlanıyor. Önümüze yem atılmayan gün, hatta saat yok. Her karşılaştığımız bilgiyi defalarca ölçüp biçmeye, tartıp teyit etmeye muhtacız. Tedbiren! Bu zorluğa da katlanmayanlar kolaycılıklarına kolaycılık katarak, çok basit şekilde kurgulanmış, çarpıtılmış, uydurulmuş bilgileri, duyumları bir araya getirerek katiyen emin olamayacakları söylentileri çoğaltıyor ve kaygan zemini azimle cilalıyorlar. Hele bir de bu yanılgılar hatalı çıkarımlara malzeme edilmiş kişisel bir tecrübeyle desteklenirse tüm bilimsel verilerin üzerinde bir değerle kemikleşiyor kişinin zihninde. Bir iki saat dinmeyen baş ağrısına tutulduğu her sefer ağrıkesici ilaca başvuranlar ömründe belki bir kez olacağı aşıların, alacağı ilaçların art niyetler için kullanılacağına inanıyor. Elinden telefonu bırakamayan, hayatını haz kovalamak ya da beğeni yakalamak için kurgulayanlar çiple idare altına alınacaklarından kaygılı. Tutarsız kısıtlamalar, haksız cezalar, samimiyetle doğruyu ararken tökezleme misali karşılaşılan ama kısa zamanda aşılan yanlışlar, ilk defa yaşadığımız büyük bir felakette düştüğümüz tüm acemilikler, her türlü insanî zaafımız bu şüphecileri besleyen yeni bir veri teşkil ediyor. Bunları derinlemesine bir değerlendirme ile çabucak aşabiliyorsunuz. Ama karşınızda, kapsamlı ve tutarlı her muhakemeyi “uyanın” sihirli sözcüğü ile göğüsleyen bir kitle olduğunda kendi tedbiriniz ve vicdanınızca amel edip Allah'ın takdirine sığınmaktan başka yapacağınız pek bir şey yok.


Doğruyu bizzat bulacak ilim ve imkanımız yoksa, Allah'ın verdiği akıl ile gayretini birleştirip sorunun çözümünü arayanlara itibar ederek meseleyi çözmek gerekir. Oturduğu yerden duyduklarına inanlara itibar ederek değil. O kolay, akledilmemiş, tefekkür içermeyen, sığ inanma eylemi ile elde ettiklerini bize göstersinler ki onlara inanalım. Örneğin sel gelirken su yolunda öyle bir imanla dursunlar ki su onları götüremesin, suyu yarsınlar da yürüsünler, suyun üzerinde yürüsünler, suyun üzerinde uçsunlar, suya hükmetsinler, en azından sudan sonra orada sağlıcakla kalsınlar da bir bakalım; kendilerinden açığa çıkan hikmet nedir. Onu da bir ölçüp biçip tartalım. Hak yolda iseler iman edelim, menkıbelerimize konu olsunlar. Bize yol göstersinler. Değilse sussunlar da akılları bulandırmasınlar. Bildiklerini okusunlar ama kimseyi şaşırtmasınlar.


Bu, salgından mülhem bir yazı gibi görünse de aslında tedbir-tevekkül dengesizliğine itirazım beklenen deprem karşısında günden güne daha önemli hâle geliyor. Zira depreme karşın “kaderimizde varsa nerede olsa ölürüz” söylemi daha bir kıvançla kullanılmakta. Oysa ölmekle, bunu diyenlerin ölmesiyle sonlanmayacak sürece dikkat kesilmek gerekiyor. Bugünden bilinmeyen kaza, bize nasıl bir imtihan hazırlıyor? Ölmek en hayırlısı olabilir mi? Nice ailelerde biri ölecek, diğerleri açıkta kalacaktır. Bazı ailelerde diğerleri ölecek biri tek başına çaresiz kalacaktır. Kaderinde ölmek olan hangimiz olacağız, kalmak olan hangimiz? Evsiz kalanlar, elsiz kalanlar, ayaksız kalanlar, yoksul kalanlar, aç kalanlar, yolsuz yardımsız kalanlar ne kadar çok olacaktır. En iyimser yıkım tahminleri dahi dünyanın bütün yardım ekiplerinin yetersiz kalacağı sonucuna varıyor. Hiç ulaşılamayacak, hiç kaldırılamayacak enkazlar, şehri terketmesi mümkün olmayacak, olsa da sıfırdan bir hayata başlamak zorunda kalacak olanlar... Dört bir yandan fırsatçılarla, hasetçilerle, hainlerle, düşmanlarla sarılmış memleketin kalbini en zayıf anında savunamayacak olanlarımız hangimiz olacak? Ve bütün bunların karşısında “öleceksek öleceğiz” deyip “ölmezsek ne olacak?” diye sormayanlar. Depremde ölmenin kaderi olduğundan insan neden bu kadar emin olur? Ya değilse. Ya kaderi, alacağı tedbirin devamında olacaklar ise. Ve ailesinin, milletinin, devletinin bekası için elden bırakmadığı diğer bütün işler gibi bu tedbir de elden bırakılmaması gereken en öncelikli görev ise. Şimdi bir kez daha düşünelim. Ailemiz, evlatlarımız, geleceğimiz için iyi bir iş, daha huzurlu ve rahat bir hayat imkânı doğduğunda bir başka şehre göçer miyiz yoksa kaderimde iyi bir iş varsa beni burada da bulur diyerek, çektiğimiz tüm sıkıntılara rağmen olduğumuz yerde bekler miyiz? Terazinin bir kefesinde, insan için en sırlı ama en gerçek mesele olan ölüm varken vereceğimiz kararla, hayatın içinden bir çıkar varken vereceğimiz karar farklı ise seçimlerimizi doğrudan değil kolaydan yana yapıyor, zor karşısında küçük ve gündelik çıkarlara tamah ediyor olabiliriz. Tedbir almak yerine riyalanmış bir tevekküle sığınıyor olabiliriz.


Yazıyı sonlandırırken “tedbir” kelimesinin fıkhî karşılığının zihnimde uyandırdığı çağrışımla düşüncenin önünü açmak istiyorum. İslam fıkhında, kişinin, ölümünden sonra kölesini azat ettiğini vasiyet etmesine tedbir deniyormuş. İnsan bunu kendi ahireti için mi yapar, kölesinin dünyası için mi?